edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2016 Çarşamba

Edebiyatın Üstüne Basıp Geç

Edebiyat dergiciliğinin iniş çıkışları içinde kelebek güzelliğine sahip olmakla yetinmeyip yayımladığı derginin ömrünü uzun mu uzun düşünen, dolayısıyla yaptığı işi daha baştan gerçekten ciddiye alan dergicilerin sayısı çok değil. Alınan bütün yollara rağmen hâlâ kısıtlı kalan yayıncılık dünyamızda bir edebiyat dergisinin ömrünü uzun tutmak için hem içeriği sağlam ve kalıcı tutmak gerekir hem de ona nitelikli bir biçim vermek. Belli bir periyot içinde sürekli yenisi yayımlanan derginin her sayısının ilgi çekici olmasını sağlamak, okurun ödediği paranın karşılığını pırıl pırıl biçimiyle de aldığı bir dergi yapmak.
Peki son zamanlarda nitelikli edebiyat dergilerini bulundukları yerden ite kaka uzaklaştırmaya başlayıp ortalığı kaplayan tuhaf dergiler topluluğunun bu anlattıklarımız içindeki yeri nedir? Onlar da edebiyat dergisinden sayılıyor. Tümü birden her ay neredeyse yüzlerce edebiyatçı-yazarı konuk ediyor. Popüler olmaya çalışıyorlar ve daha çok okura ulaşmak için büyük bir yarış içindeler. Birdenbire, pıtrak gibi nereden çıktı bu dergiler, gerçekten şaşırtıcı.
Yolun başında Ot var. (Ondan önce Öküz ve Hayvan vardı ama onlar ayrı hikâyeler olarak uzakta kaldı.) Sonra ötekiler ondan çıktı. Ne oldu da bir dalga suyun üstünde kalanları kıyıya vuruverdi. Öyle görünüyor ki, siyasetin, popüler kültürün ve paranın bir araya gelerek oluşturduğu tuhaf bir piyasa oluştu. Bu dergiler arasında siyasal bir çevrenin sahipliğinde olan da var, kendini kadın dergisi olarak tanımlayan da, epeyce hırsla öne atılma güdüsü içinde yaşayan da, edebiyatı tuhaf bir yozlaşmaya uğratan da var da var.
Kapağa Frida Kahlo’nun kült resmini çıkarıp, “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” başlığını atınca, birçok tavır bir anda verilmiş oluveriyor. Sonra okuru canevinden yakalayan yazarları, şairleri, sanatçıları ön ve arka kapaklara yerleştirmek gerekecek. Ve bütün kapaklarda elli yıl öncenin kara-çizgileri. Bunu ötekiler yapıyorsa sen de yapacaksın, yoksa yarışta geride kalırsın. İlle de Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Veli, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Tezer Özlü, Neşet Ertaş, Müslüm Gürses, Ahmet Kaya... âdeta baş döndürüyor. Kafka da olmazsa olmaz, bilen bilir, onun satışı garantisi hep vardır.
Peki okur, derginin içinde, kapağa çıkarılan yazar ya da şairle ilgili ne bulacaktır? Bir, belki iki yazı, o kadar. Çünkü vitrindir onlar, sevenleri hep bulunur. Sonra da her sayfada tanıdık bir ad. Popüler olmak için zorunludur bu. O yazarlardan da vapurda, otobüste ya da yürürken çabucak okunan yazılar yazması beklenir. Bu dergilerde yayımlanan yazıların kalıcı olacağını, yazarlarının o yazıları neden sonra kitaplarına alacaklarını düşünebiliyor musunuz? Ben sanmıyorum, bir edebiyat okuru olarak yapmamalarını da beklerim.
Popüler olmanın iki ucu var ve ikisi de berbat değil. Biri olumlu anlamda yaygınlık kazanmayla anlatılabilir ama öbürü fena. Sözgelimi bu ülkede en çok satılan roman, Yaşar Kemal’in ölmez eseri ‘İnce Memed I’dir. Belki herkes ‘İnce Memed’in yayıncısı olmak ister ama varsa yoksa hemen çok satmak. Elif Şafak’ın ‘Aşk’ romanı bir yılda neredeyse bir milyona yakın satıldı. Büyük iş. Ahmet Altan’ın yeni romanı da birkaç ayda yüz binden çok satılıverir. Ama kırk yıl sonra da satılır mı Ahmet Altan’ın o romanı, bunu kimse söyleyemez. Oysa ‘İnce Memed’ altmış yılda en çok satılan roman oldu ama yüz yıl sonra da okunmayı sürdüreceğini pekâlâ söyleyebiliriz.
Bu dergilerin yarattığı ortak dil, sözde sokak dilinden geliyor. Aslında bu dil, lümpen dili. Bu dile de zorunlular. Mizah dergilerinden, Öküz’den, Ot’tan gelen bir dil bu. Gırgır dergisi zamanında toplumsal ve siyasal bakımdan büyük bir işlev görürken karikatür sanatını sanat olmaktan çıkarmıştı. Aslında tipik bir postmodern kültür karşılığıydı Gırgır. Herkesin yaptığının karikatür olduğu düşüncesi böylece kök saldı. Bu ‘popüler edebiyat dergileri’ de yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açmaya çalışıyor. Açılan boşluğa koşan sayısız yazar nasıl olsa var. Popüler olanın temiz ucunu işe yaramaz gördükten sonra ister istemez sokaktaki insanı en zayıf yerinden yakalamaya çalışırsın.
 “Herkesçe paylaşılmak için üretilen kültür ürünü pornografiktir” diyor Adorno. ‘Popüler edebiyat dergileri’nin ürettiği her şeyin herkesçe paylaşılmak bir yana, bir adım daha öne geçerek herkesçe yapılabilir olduğu düşüncesi de pornografinin aslında nerelerde aranması gerektiğini gösterebilir.
Peki bu dergiler niçin hep aynı tezgâhtan çıkıyormuşcasına birbirine benziyor? Aynı kâğıt, aynı baskı kalitesi, aynı kapak anlayışı, aynı iç sayfa düzeni, aynı başlık ve spot yaklaşımı, aynı renk kullanımı ve aynı dil. Sayfalardan fışkıran uyumsuz renk cümbüşü. Bu dergilerden birinin altmış sayfasında kaç renk olduğunu sayabilir misiniz? Yüzlerce. Bu kitsch tasarım anlayışının belli ki kolaylığı da var, bilgisayarda yaparken düşünmenize gerek yok. Her yazının altına renkli bir zemin, boş bulduğunuz alanlara farklı renkler.
Popüler kültür her şeyi birbirine benzetmeye çalışır, bunu amaçlar. Aynı kulvarda bulunanları ortak olana benzemeye koşullar. Çünkü sürüden ayrılan atların vurulacağını düşünür, korkar bundan.
Gene de edebiyat dergisinin aynı zamanda bir estetik nesne, dolayısıyla kapağından içine varıncaya dek nitelikli bir tasarım ürünü olduğu anlayışını yerleştirmeye çalışan dergicilerin on yıllardan beri harcadıkları emekle açılan yolun bu kadar hoyratça geriye çevrilmesini kabul etmek zor.
Peki bu dergilerde yayımlanan metinlerin gerçekten edebiyat metinleri olduğu söylenebilir mi? Bir ay boyunca sayılamayacak çoklukta öykü yayımlıyor bu dergiler. İzlenimlerin, duyguların, düşüncelerin, acıların ve hüzünlerin içten geldiği gibi dışavurulduğu öykülerin yazınsal ölçütlerle değerlendirilmesi neredeyse olanaksız. Sağanak gibi gelen ağdalı, süslü sözler yazılanların belirleyici özeliklerinden. Süslü dilin edebiyat dili olmadığı, bayağılık olduğu demek yeterince anlatılamadı. Herhangi birinde yayımlanan bütün öyküleri okuyunuz, aklınızda ne kalıyor, gerçekten bir edebiyat metni okuduğunuzu düşünüyor musunuz, deneyebilirsiniz.
Geniş bir okur çevresine her ay ulaştıkları düşünülürse, bu dergilerin edebiyatın bu olduğu yanılsamasına güç verdikleri kuşkusuz. Piyasanın ve popüler kültürün açtığı yaralardan sonra buna katlanmak epeyce zor.
Amentüleri şu: Okur bu yazılanları seviyor, biz de okuru seviyoruz. Sürekli nitelikli edebiyat vurgusu yapan elitist edebiyatçıların karşısına bütün yazanların önünün açıldığı bir demokratizm çıkarılmış oluyor. Böylece popüler olana büyük değer, hatta misyon. Alkışlanacak mı?
Oysa aşağı kültürün demokratik sayılması, sonunda kültürün sonsuz yenilgisine giden bir yanılsamadır. Böylece okur sayısı artacak, edebiyat yaygınlaşacak sanılır. Oysa 1 liraya kitap satan yayıncıların ne edebiyata, ne kitap okurluğuna bir liralık katkısı oldu. Kötü olanı aslının yerine geçirir, arabeske yüksek kültür muamelesi yaparsanız, nitelikli olana yüz vermeyenlerin sayısını çoğaltırsınız.
Piyasa dergileri coşkuyla yaşanan bir partinin sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış görünüyor. Çırılçıplak soyunmuş, giysilerini aynaların üstüne atmışlar. Ama onların ortak eğlencesi buradan farklı görünüyor. İçerdekiler ne yaptıklarının farkında mı değil, yoksa inandıklarının şehvetini mi yaşıyorlar? Kendi piyasa kültürlerinin yaratıcısı olmaya başladıklarını düşünüyorlar belki ama o piyasa kültürünün öznesi olmak hiçbir zaman onlara düşmez.
Niteliksiz olanın, popüler kültürün yelkenlerini şişiren yönü belirsiz bir rüzgâr esiyor şimdi. Dindiğinde arkada bir enkaz mı kalacak? Gören görüyor ama oralarda yazanların çoğunluğu görmüyor ki yelkenlere üfleyip duruyorlar. Ciddi bir kültür sorunu bu.
                                                              Radikal Kitap/Semih GÜMÜŞ

 http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/edebiyatin-ustune-basip-gec-434257

1 Ekim 2014 Çarşamba

VASİYET


Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
            ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
            çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
                     daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
 
                                                                    1953, 27 Nisan
                                                                    Barviha Sanatoryumu
 

8 Ocak 2014 Çarşamba

KİMLİK-MİLAN KUNDERA


  Varoluşçu yazarların son temsilcilerinden ve önde gelenlerinden olan Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera'nın ilk Fransızca romanı.
  Roman kısa bölümler halinde yazılmış. Dili akıcı ve anlaşılır. Yazar, çok yaratıcı söz öbekleriyle anlatımı zenginleştirmiş: aşk engizisyonu, düş yönetmeni, olasılıklar ağacı gibi.
  Kahramanlarımız Jean-Marc ve Chantal. Aralarındaki yaş farkı olan çiftimizden Jean-Marc, Chantal'dan yaşça küçük ve Chantal'a gerçek anlamda aşık. Olgun sevgilisi Chantal ise daha önce başından bir evlilik geçmiş, çocuğunu kaybetmiş bir kadın. Haliyle de yaşananlar onu dünyaya karşı daha umursamaz ve sorumsuz yapmış, daha bireyci kılmıştır. Romanı okurken çocuğunun aklına geldiği bölümlerden anlıyoruz ki çocuğu yaşasaymış eğer rutin bir ev hanımı olabilirmiş; ancak yaşadıkları onu "varoluşçu" yapmış oluyor bi yerde ve Chantal'ın bu hallerinin nedenini de öğrenmiş oluyoruz.Bu yönleriyle Chantal bize bir başka varoluşçu yazar Albert Camus'un "Yabancı" romanındaki annesini kaybedip bunu umursamayan kahramanı Merseult'ı andırıyor. Neyse... Çocuğunu kaybettikten sonra eşinden de ayrılıyor ve genç Jean-Marc ile tanışıyor ama bir süre sonra ondan da sıkılmaya başlıyor ve ilişkilerini sorgulamaya başlıyor ve romanımızın ana teması buradan ilerliyor. Sorgulamalar ,güvensizlik, Chantal'ın umursamaz tavırları, romantik ve aşık Jean-Marc'ın acılarıyla ilerliyor roman ve bize yaşamı, kadın-erkek ilişkilerini, modern çağın caniliğini sorgulamak üzere zihnimize soru işaretleri bırakıyor, çok güzel felsefi cümleler eşliğinde.

 "Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eş zamanlılığı dayatır;ayrıcalıklı durumunu yok sayarak şimdiki zamanın varlığını yadsır." (s.12)

 "Attığımız her adımın kontrol edilip kayda geçirildiği, büyük mağazalarda kameraların bizi gözetlediği, insanların geçerken birbirine sürtündüğü, insanın ertesi gün araştırmacılar ve anketçiler tarafından sorguya çekilmeden sevişemediği bu dünyada bir insan nasıl olur da bir insan herkesin gözü önünde kaybolur." (s.10)

"Oysa bugün hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. Bu ilgisizlik bir tutku haline geldi.Çağımızın tek büyük, kolektif tutkusu."(s.68)

"... oysa insan bu değişimlerin basit bir aracından başka bir şey değil...bir lokomotifin icadı bir uçak tohumunu içinde taşır, buysa bizi kaçınılmaz olarak kozmik bir füzenin yapımına götürür....Başka bir deyişle bu Tanrı'nın tasarladığı şeyin bir parçasıdır.İnsanlığı tümüyle değiştirip yerine başka bir insanlık koyabilirsiniz, ama bisikletten füzeye doğru giden gelişimin önüne hiçbir biçimde geçemezsiniz.Bu gelişmenin mimarı insan değildir; insan yalnızca bir uygulayıcıdır.Hatta zavallı bir uygulayıcı....Bu anlamı yaratan biz değiliz, Tanrı; bize gelince, dünya üzerindeki görevimiz O'na itaat etmek ve kendi iradesini yerine getirmesini sağlamak." (s.111-112) 

2 Ekim 2013 Çarşamba

1984 ÜZERİNE


   George Orwell'ın, 2.Dünya Savaşının hemen arkasından, dünyanın genel olarak içinde bulunduğu karamsarlıkla 1948'de yazdığı, 1949'da yayımlanan, asıl adını "Avrupada'ki Son Adam" olarak tasarlayıp yayıncısının isteğiyle "1984" yaptığı, distopyanın başyapıtlarından olan tüm çağlara seslenen, güncelliğini ve tartışılabilirliğini hiç yitirmeyen kitap.
 “SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR.” 

 Kitabın sloganı bu. İnsanların baskı altında yaşadığı, insani değerlerin kaybolduğu, cinselliğin yasaklandığı, düşünce polisinin düşünce suçlulularını yakaladığı, dünyanın ana birkaç devlete ayrıldığı, çift yönlü tv'ler ile insanın sürekli izleme altında olduğu savaş duygusuyla devletlerin ayakta tutulduğu bir korku imparatorluğu.
 Ülke sürekli savaş halindedir; çünkü toplumu zenginleştirmeden üretim ancak savaşla mümkündür. Aksi takdirde üretim sonucu zenginleşen kitle akılcı düşünüp egemen sınıfa karşı gelebilir.Tıpkı Avrupa'nın Coğrafi Keşifler neticesinde zenginleşerek Rönesans'ı ardından da Reform'u başlatması gibi. İşte bu yüzden devletimiz sürekli savaş halindedir. Devletimiz, parti-devlet şeklindedir; döneminde-özellikle 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında-var olan yönetim biçimidir. Almanya- SSCB buna en iyi örneklerdir. Zaten kitapta da salt faşizm ya da Orwell'ı hayal kırıklığına uğratan komünizm değil; totaliter, parti-merkezli devlet ve bireysel özgürlükleri kısıtlayan tüm yönetim biçimlerine uyarlanan bir eleştiri söz konusudur.
Büyük Birader'e-güce-tapınma. 2 dakikalık nefret ayini
Kitapta ilginç kavramlar vardır:
Big Brother: 2000'li yılların başında tv'dan izlediğimiz ülkemizdeki adı "Biri Bizi Gözetliyor" olan Avrupa'daki orijinal ismi ise "Big Brother" olan tv formatının esin kaynağıdır; çünkü kitapta "Big Brother" insanları tele-ekranlar sayesinde sürekli izlemekte ve denetim altında tutmaktadır.
Yenikonuş: Ülkede sürekli güncellenen sözlüktür. Güncelleme ise sürekli sözcüklerin azaltılması şeklindedir ki insanlar daha az kelime kullanıp kendisini daha az ifade edebilsin; beyinleri daha az çalışsın. 
Çiftdüşün: Var olanların tersini düşünmektir bir şekilde. Savaş barıştır, özgürlük köleliktir ya da Sevgi Bakanlığı nefreti körükler.
   Totaliter ülke Okyanusya'nın bir diğer bakanlığı da Doğruluk Bakanlığı'dır ve "çiftdüşün" gereği bu bakanlıkta sürekli olarak tarihi tahrip etmekte, istediği gibi geçmişi değiştirmektedir. 
Kahramanız Winston Smith'de bu bakanlıkta tarihi değiştirmekle görevlidir. Ancak Smith yasaklara uymamış ve Büyük Birader'in tüm baskısına rağmen bilinç geliştirmiştir. 
Ve karşısına aşk çıkar Smith'in. Aşkın adı Julia'dır. Onunla sevişir bir antikacının evinin üst katında ve insan ruhunu derinden yaralayan şu sözler dökülür dudaklarından:
   "Bir zamanlar, erkekler bir kadının bedenine bakar ve çekici bulurlardı, işte o kadar. artık saf aşk ya da tutku söz konusu değil. Hiçbir duygu saf olamıyor, çünkü her şeye korku ve nefret sindi. Kucaklaşmalarımız bir savaş, orgazm ise bir zaferdi. Bu partiye indirilmiş bir darbeydi. sevişmek siyasal bir eylemdi."
  Bu eylemin neticesinde yakalanan Smith, beyin yıkamaya tabii tutulur; ilk başlarda 2+2'nin 4 olduğunda dirense de en sonunda 2+2'nin 5 olduğunu kabul eder ve kaybolur gider Smith. Kazanan yine totalitarizm olmuştur. Kaybedense insan...

   Peki Smith kaybolup giderken bu kitap biz de neler bırakmıştır ?
Ruhumuzda kapkaranlık bulutlar bırakmış, insanın kaybetmesinin doğal olduğu, baskıya ve işkenceye direnemeyeceği bir kez kaybettiyse bugün de kaybedeceği gibi umudun zerresinin olmadığı bir his bırakmıştır bizde.
 Birkez değil birkaç kez okunması zorunlu olan distopya'nın zirve noktası olan bu kapkaranlık başyapıtın kurguladığı karamsar gelecekçilikten bugune neler gelmiştir, Orwell'ın hangi öngörüleri tutmuştur ? 
 Bir kere tele-ekranlar tutmuştur. Bugün yaptığımız herhangi bir şey güvenlik kameralarıyla, yazdığımız herhangi bir şey sosyal medya üzerinden profillerimize ulaşılarak rahatça izlenebilir. Ayrıca ıp adresimizden, e-posta hesabımızdan, beğendiğimiz sayfalardan çok rahat kım olduğumuz ortaya çıkarılabilir. 
Büyük Birader sizi izliyor

 Telefonlarımız kolaylıkla dinlenebilir, yazışmalarımız izlenebilir. 
 Rutin, sıkıcı ve uzun saatlere dayanan çalışma hayatıyla düşünemez hale gelebiliriz Smith gibi.
 Çiftdüşün tekniğinin siyasi hayatımızda klasikleşmesi gerçekleşebilir ki gerçekleşmiştir de.
 Toplum düşünmez, söylenen birçok şeye inanır hale gelebilir belki de gelmiştir...

1984 filmi:
Filmi Mıchael Radford yerine keşke "Otomatik Portakal" kitabına filmiyle sınıf atlatan Stanley Kubrıck çekseymiş. Film kesinlikle kitabın gerisinde; ama kitabı okuyan birisi rahatlıkla ve ilgiyle filmi izleyebilir. (En azından ben de öyle oldu.) Ancak film sadece olayları sırayla anlatmış ve kitaba görsellik katmış; yönetmen ya da senarist tarafından herhangi derinlikli bir sahne yok
 Yine de tavsiye ederim filmi; ancak kitabı okuduktan sonra.

Kitabı ise birkaç kez okumanızı tavsiye ederim...

                             Ütopik yarınlara...