22 Nisan 2012 Pazar

Elma Isırığı

   Belki bu dünyada yanar insan, bu dünyada yanıp cezasını çekip ahrette mutlu olacaktır. Mümkün müdür ?
Tanrı görür muhakkak izler ve acır, der ki:  "Bu dünyada çekti cezasını, artık öbür dünyada çekmesine gerek yok."  Olamaz mı, Tanrı'nın merhameti bol değil miydi zaten ?
   Yokluğa inanmaya onunla başlamadık mı, ilk inandığımız o değil miydi ? Sonrasında da bütün boşluklarda onun varlığını aramadık mı ? Her acıya ondan sürüp bi parça kesmedik mi sancıları ? Gördüğümüz rüyaları ondan bi işaret saymadık mı ? Umudun eş anlamlısı kabul etmedik mi ? Sendendir demedik mi geleni de gideni de ? Her işe  adını  anıp başlamadık mı ?
   Niye o zaman bunca acı, hüzün, keder ?
   Irmakların altından aktığı billur köşklerin, tuba ağaçlarının, hurilerin, huzurun, hoşgörünün, sevginin  olduğu yerdeyse vaadedilen o güzel cennet;
   Al bizi de yanına kanalım sana.Senden geldik zaten sana dönelim. Huzura, hoşgörüye, sevgiye kavuşalım da en başta Sana kavuşalım. Bitsin bu "bir elma ısırığı"nın asırlardır süren cezası.

Emre Aydın-Soğuk Odalar




 


Durdu zamanım bir şey diyemedim
Gitmek istedin ve gittin
Aynı gökyüzünde, ayrıydı güneşin
Söyle bari, iyi misin?

Burası soğuk, soğuk odalar
Yoksun neye yarar örtünsem kat kat yorganlar aman
Soğuk, soğuk olanlar
Vurdum dibe kadar halimden yalnız uyuyanlar anlar

18 Nisan 2012 Çarşamba

BEKLEMEK.......YİNE BEKLEMEK.........

              







 BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

........


    Böyle beklemişti Necip Fazıl gelmeyeni. 
Ölüyü mezar bekler mi ? 
-Hayır. 
Peki şeytan günahı ?
-Hayır.
   İşte beklenilemeyecek olandan, hiç beklenmeyenden  örnekler vererek sevgisini ve sabrını anlatmıştı bize.

                                                     BEKLEMEK
                                                                       
                                                  .........
                                                  Artık ne gelmek ne de gitmek
                                                  Yaşamın en zor yanı beklemek
                                                  Hiçbirimiz beklemedik doğmayı,
                                                  Doğduğumuzdan beri beklediğimiz
                                                  ÖLMEK 

   Aziz Nesin'de anlatmıştı beklemeyi, sorgulayarak hem de. Doğmayı beklemedik ama ölümü bekliyoruz diyerek de bu yaman çelişkiyi, yaşamın anlamını-anlamsızlığını, sorgulamıştı,ölümü bekleyerek.
    Nasıl da yaşar ki insan, bir büyük trajedi değil midir zaten insanın her gün öleceğini bilerek bir adım daha yaklaşarak yaşaması ölüme ? Her insanın yaşamı acıklı bir dramdır o zaman.
     Niye sokaktaki yavru köpeklere içi parçalanır ki insanın en acınacak olan canlı kendisiyken.(neyse konuyu dağıtmayalım.) 
2 ŞİİR 1 RESİM
     Resme bakınca beklemenin sonsuz güzelliğini çıkartabiliriz ilk bakışta. Çizerin de mutlu olduğuna inanırız başta; ama öyle midir ? 
    Beklenen kimdir resimde ? Saat başı çıkacak olan birkaç saniye görünüp kaybolacak olan dişi guguk kuşu.... Elinde çiçekle bekleyen kuşun da Necip Fazıl şiirinde beklenenden  farkı yoktur. 
      Aziz Nesin' de ise beklemenin ancak ölümle son bulabileceğini, insanın dünyaya zaten beklemek için geldiğini, hayatta hiçbir şeyin beklemekten daha kötü olamayacağını anlıyoruz.
    Hep bekler insan: günü, geceyi, uyumayı, uyanmayı, gitmeyi, gelmeyi, susmayı, konuşmayı, ağlamayı, gülmeyi, mutlu olmayı, hüzünlenmeyi, aşkı, umudu, umut etmeyi,birisinin gelmesini, doğumu ve en acısı da hiç beklemese bile her an ölümü bekler insan.... Bekler de bekler....Ve hayat böyle geçer...
      İnsan ölür; suyu bekler; musalla taşı onu bekler; toprağa gömülmeyi bekler, gömülür; mezarı ziyaretçi bekler, okunacak duayı bekler; ahirette sorguyu bekler, sorgu biter, sıraat köprüsünün başında bekler, geçer bu seferde kıyameti bekler.....
        Bekler, bekler, bekler........Bedeni de ruhu da bekler....
    Resim,şiir müzik..... Neyle anlatılırsa anlatılsın-isterse anlatılmasın-beklemek hayatta veya sonrasında tükenmeyecek, büyük bir sonsuzluktur.
     Beklemek, umut, ümit hepsi acının işkencenin diğer adıdır. O yüzden Bülent Ortaçgil'de beklemeyi yaşamımızın bi parçası sayıp yazmış şiirini: 
 (VE 3. ŞİİR)
                                                        
                                                                                                                
 
                    BEKLEMEK

               Beklemek bizim yaşamımız
               Vapur beklemek
               Gün beklemek
               İnsan beklemek
               Çiçeklerin açmasını
               Gecenin geçmesini
               Sayfaların dolmasını beklemek
               Beklemek sayrılığa dönüşmesin
               Yönetmesin bizi beklemek
               Kardeşleri var çok güçlü
               Ümit etmek ve ertelemek
               Gelişini beklemek
               Uyanmanı beklemek
               Çözülmeni beklemek
               Başka bir yerdE yaşamayı beklemek
               Anlaşılmayı beklemek
               On beşinde beklemek
               Kırkında beklemek
               Beklemek mi bizim yaşamımız
               Beklemek bizim yaşamımız.
                                                         Bülent Ortaçgil

                                                                      

16 Nisan 2012 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna




Raif-Maria Puder aşkı.....
Umutsuz, fedakar, sorunlu, imkansıza yakın......
Gerçekleşen ama kısacık bir 'an'dan akıllarda kalan:
bekleyiş, hüzün, umut, özlem, mektuplar......
10 yıl sonra insan hayatının zor tesadüf edebileceği gerçek....
150 sayfaya sığmış bi'kaç saatte okunabilecek ama sayfalarının kısalığına inat uzun süre insanı etkileyen bi kitap.
Basit, sıradan, içine kapanık bir kişilik Raif
Ressam, müzisyen, içi içine sığmayan, hayat dolu ama mutsuz bir kadın Maria Puder....
 Babasının sabunculuk işini öğrenmesi için Almanya'ya gönderdiği Raif, Almanya'da kültür-sanata ağırlık vermiş; gittiği bir resim galerisinde ise M. Puder ile karşılaşmıştır. Sonra bir gün kaldığı pansiyonun dul  Hollandalısı ile gece gezerken Maria'yı görür. Ertesi gün aynı yolda, aynı saatte bekler Raif, Maria'nın yoldan geçmesini. Maria bir bara girer keman çalar. daha önce galeriden de tanıdığı Raif'i görünce selam verir. Sahnesi sona erdikten sonra Raif'in  yanına gelir oturur, çıkışta da birlikte yürürler eve doğru ve sonrasında da her gün buluşmaya başlarlar.
 Ondan sonra kapılır Raif'in gönlü aşka ve der ki: 
"Bu yasima kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanin vucudu birdenbire benim icin nasil bir ihtiyac olabilirdi ? 
 Maria Puder ise, 
"..kimseye ihtiyacım yok.. kimseye minnettar olmak, kimsenin dostluğunu, lütfunu istemek niyetinde değilim... isterseniz..."
  İşte bu tezatlıktadır aralarındaki aşk. Raif sadece görebilmek için Maria'yı ne derse onun düşüncelerine katılır.
Bekler, bekler, bekler....
  Ve bu büyük bekleyişin sonunda gelir Maria; ama bu an uzun sürmez, Raif gelen telgrafla ölüm haberini alır babasının. Hemen döner Maria'yı yanına aldıracaktır; mektuplaşırlar ama sonra kesilir gelmez olur Maria'dan mektuplar..........
  Ve biter Raif'in anlık mutluluğu artık hayatın önemi yoktur. Kendisini hayatın akışına bırakır ve ömrünün sonuna kadar her şeye derin bir kabullenmişlik ile baş sallar. Maria Puder'in ölümünü öğrenmesiyle birlikte de çok bi şey değişmez artık; çünkü sevgi kemikleşmiştir Maria'ya karşı . Demek sevmiş, der; bir de çocuğunun olduğunu öğrenir ve Raif gözlerini yumar hayata.
  Romanda, 2. Dünya Savaşı'nın ardından yayılan 'varoluşçu' düşüncenin izlerini görebiliriz özellikle Raif ve Maria'nın karakterlerinde. 
  Türk romancılığı içinse Orhan Veli'nin "Kitabe-i sengi Mezar"ındaki Süleyman Efendi figürü kadar basit, yalın, sıradan bir karakter olan Raif'i ortaya koymasıyla da bi nevi romanda da "Garip" etkisi yapmıştır diyebiliriz.
  Hasta yatağındaki Maria Puder'den gelir en can alıcı söz....
....Yalnızım, hasta köpekler gibi yalnızım......
 Ve Sabahattin Ali vurulduğu zaman cebinden, "Maria Puder ölmedi." yazan bir kağıt çıktığı söylenir.
  Maria Puderlerin zamanlarına..............................
  
 

12 Nisan 2012 Perşembe

ARNAVUT KALDIRIMI....

 
    1994'te çıkarmış Demet bu albümü. Gerçekten şaka olmalı diye düşünüyor insan geçen yıllara bakıp. ."Kınalı Bebek" şarkısı benim aklımda daha fazla kalmış(Hala ezberimde, elleri kolları kınalı bebek......). O günden sonra da n'aptı, albüm yaptı mı, şimdi neler yapıyor ? Yazsam "gogıl"a veya "ekşi"ye kesin yeni  bi'şeyler öğrenirim, ama istemiyorum. Çocukluğumda kalmalı bu şarkı, her dinlediğimde de  çocukluğumu hatırlamalıyım.Masumiyetini bozmamalıyım çocukluğumun.
      Arnavut kaldırımı şarkısı; sözleri ve klibiyle 90'ların her alanda "en" şarkılarından biridir.Pop müziğin zirve şarkılarından biridir. Yükselişe geçen "pop"un sözlerinin, "aboneyim abone, her corç versene borç"olduğu zamanlara göre baya baya iyidir.(Hey corc'a ya da aboneye laf atmıyorum, sözler öyleydi, dönemin şartları oydu belki de. Dönemin çocuğu olarak defalarca söylemişimdir her iki şarkıyı da:) ) 
   Klipte ise oynayan çocukla muhtemelen aynı yaşlardayız.(7 yaşındayım-94)  40'lı yıllarda geçiyor büyük ihtimalle klip. Klasik bi ortam, Demet saçlarıyla  fark yaratıyor. Sevgilisiyle bisikletli pozuyla takvim yapraklarındaki, filmlerdeki aşk sahnelerini andırıyor. Demetin kıyafet tül perdeden hallice :)  Akerdeoncu ise  Güven Kıraç. Dans sahnelerindeki deri ceketliler, ihtilal Fransa'sından kalmış tipler, hippiler derken çok geniş bi zaman dilimine yer verilmiş.Savaşa giden sevgilisinin ardından(II. Dünya Savaşı olsa gerek) hüzünlenir Demet ve mevsimde güze döner. Çocuk ise sevgililerin aşklarının masumluğunu anlatıyor dıye düşünüyorum. Aşıkların sürekli yanlarında olduğu için koruyucu meleği olabilir. Bir hikayesi olan klip...       
      Aynı yıl MTV'de yayınlanmış, Avrupadaki bi müzik kanalında yılın klibi yarışmasında  3. olmuş bi klip  (Hatırda kalan, duyulan eski bilgiler)
Müziğiyle bir anda hangi ortamda olursa olsun hüzünlendirir, alıp götürür insanı.İşte böyle güzel ve ölümsüz bi şarkı armağan ettiği teşekkürler Demet'e, "Kınalı Bebek"e..... 

 ................

Dün seni gördüm rüyamda
Arnavut kaldırımlı taş sokakta
Ah bir dili olsa da bir konuşsa
Anlatırdı masumca seni bana


Öpsem bebek gözlerinden çok ağlatırlar
Sarsam seni kollarımdan bir gün alırlar
Sevsem seni doyasıya yıpratırlar
Bir sürü kuru gürültü parçalar sevgimizi ey kader


Böyle mi olmalı solmalı sevgililer.........


11 Nisan 2012 Çarşamba

GİTMEK



Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.
Can Yücel

9 Nisan 2012 Pazartesi

AŞK-CEMAL SÜREYA


Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı,
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun oturmuştu
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu

Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullular
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydiki sevmek
Ki karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bırakasalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatrı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük

Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

Cemal Süreya

8 Nisan 2012 Pazar

OLMAYAN MASAL.............

Masallar vardır, inandığımız; kimi zaman okuruz, kimi zaman yaşarız...
İşte masalımız okunan değil, yaşanan bi masal. Her ne kadar masal türünün özelliklerini taşımasa da . çünkü kahramanımız sıradan bi insan, yerimiz belli, sonumuz ise kesinlıkle masallarla uyuşmayacak şekilde 'mutsuz' bir sonla bitiyor. Peki neresi masal ?...Tek özelliği yaşandığı dönem içerisinde kahramanın biri-çocuk-tarafından masalımsı bir aşk yaşanıldığına inanılması.Yoksa diğer kahraman-kız çocuk- için masal bile değildir yaşananlar.
Neyse....işte....................
   Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir çocuk varmış.Cılız, sıska kendi halinde bir çocukmuş.Değil bir masala en basit bi öyküye bile kahraman olamazmış.Bu çocuğun sıradan olan hayatı 17 yaşıyla birlikte hayat değişmeye başlamış. önce 17 yaşına girmiş, sonra güz gelmiş  ki bir de bakmış masallardaki peri padişahının kızı...Nutku tutulmuş, susmuş, sıkılmış, utanmış...mış, mış, mış......... Ama daha fazla da dayanamayıp gidip konuşucakken ilk konuşan kız olmuş; sohbet etmişler, konuşmuşlar, anlaşmışlar, buluşmuşlar...mışlar, mişler, muşlar derken aşk bacayı sarmış, eller birbiriyle buluşmuş, saçlar okşanmış, en güzel en sıcak öpücükler konmuş yüzlere
   Ama bu kızın-çocuğa göre peri padişahının kızı-bir sıkıntısı varmış.'Gel-git'ler içinde kıvranmaktaymış ruhu.Ara sıra eski acıları-yaşadığı aşkı-depreşir, bizim cılız çocuğumuzu yanında istemezmiş Çocukta hercai bir aşk yaşamaktaymış.Kızı teselli eder yanında olur anlayışlı davranırmış.Bu 'gel-git'ler içinde zaman geçmiş bizim cılız çocuk sevildiğini sanmış ama meğer ki kendisinin sevildiği kadar sevilmesi zaten çok zormuş. Ama masal bu ya inanacak yalan arıyor ya bizim çocuk, kız her sevdiğini söylediğinde kendi sevgisine eş tutarmış.hoş kız da sevmiş, haksızlık etmek olmaz ya ama işte çocuk sevmemiş, ateşlere atmış kendini...
   Nihayet beklenen gerçekleşmiş: Her çok sevenin, her anlayışlının, her fedakarın başına gelen gelmiş ve kız bizim sıska çocuğu terk etmiş; artık geceler daha uzun olmuş. Sabah olmasın, derken uykusuz gözleri güneşin doğuşunu seyreden birer kan çanağı haline gelmiş. Her sokakta acılar canlanmaya başlamış gözlerinde. O lanet sinsi hatıralar her yerde karşısına çıkıp gülüyormuş kendisine.Bu da yetmemiş kızımız-nerden bilsin ki saf çocuğumuz kızımızın huyu buymuş-hemen bir yeni sevgili yapma. Zaten bizim çocuğumuzu da böyle bulmamış mıydı ? Çocuk o zaman kız kendisini sevdiği için özel olduğunu sanmıştı ama kızın adeti, huyu buymuş demek ki.
Bu acı da eklenince çocuk yaşama sevincini yitirmiş. Yetmemiş bunları duyunca kıza her şeyi söylemek istemiş, ağzına gelen her şeyi söylemek, hatta küfretmek istemiş; ama kız telefonu açınca o  büyük sevgi depreşmiş, bi şeyler mırıldanmış; ama aklındakileri söyleyememiş.....
 Gel zaman git zaman ay geçmiş, çocuğumuz normale dönmeye başlamış; ama ne mümkün tam anlamaıyla unutmak...Hem kim unutabilmiş ki tam anlamıyla.... Bi gün yolunu kesmiş kızın, sevgilisinin yanına giderken. Gitme demiş,çocuk. Kız def ol demiş. çocuk yıkımlarına yıkım eklemiş. ay geçmiş kızın bir mesajı gelmiş şehirden yaz tatili için ayrılmadan önce sonra çocukta atmış, bulumuışlar derken bi de sarılmışlar birbirlerine. Masal yeniden başlamış çocuk için.
 Ama büyü bi kere bozulmuş artık eskisi gibi olmuyormuş hiçbir şey. Çocuğun içinde kemikleşmiş bir duygu varmış, ama adsız: kin nefret kzıgınlık......... Ama en büyük yarası kıza olan sevgisi........ Derken yine yürümemiş aşk bu sefer geri dönüş olmamak kaydıyla bitmiş; ama yeter mi çocuğumuza, yetmez; aramış gece gündüz, aralıksız ağlamış, zırlamış, bu tutkulu tutuklu aşkı için; ama kız kesin olarak bitti demiş; ama son bir umut için bir dağ başında belki "Kaf Dağı" denilebilcek bi yerde kızın evine yakın bi yer olduğu için buluşalım demiş kız öğlen sıcağında. Bizim çocuk bir umutla öğlen sıcağında yürümüş de yürümüş.kız gelmiş beş dakika konuşup konuşmamış sudan bı bahane bulup terk edıp gitmiş bizim oğlanı.Bizim sıska çocuk kalmış gözyaşlarıyla yine....
 Gel zaman git zaman mevsim güz olmuş, zaman geçmiş, acılar kabuk bağlamaya başlamış; ama unutamıyormuş bizim çocuk acılar dinmiyormuş. Alkol yetişmiş imdadına; kurtarmış onu gecelerden, gündüzlerden, anılardan.......Durmaksızın içmiş taa ki komaya girene kadar........
Artık durulmuş, yıllar yıllar geçmiş, acılar daha az hatırlanır olmuş.....
Güzler bitmiş, artık kız yokmuş kışları da yazları da..........
Bu zamanda çocuk da başkalarıyla birlikte olmuş, 'daha kaç vücut gerekli benim senin unutmam için' diyerek, iç güdüsüyle. Hep terk etmiş, terk eden bu sefer oymuş; belki de intikamını alıyormuş tüm kızlardan, ama bir türlü sevemiyormuş.
İşte bu aşklardan biri yine...
Bir başka şehirde sevgilisinin yanına gitmiş çocuk. O şehirde o kız da yaşıyormuş.
Çocuk, sevgilisiyle işlek caddeye bakan bi pastaneye oturmuş.O sırada kız kalkmış lavaboya gitmiş.Oğlanda  caddeden geçenleri seyrediyormuş.
Tam o sırada filmlerdeki gibi kız geçmiş; evet, o kız, o eski kız-çocuğa göre peri padişahının kızı olan kız-....Çocuk kalmış öylece; bakmış kalmış. Tam o sırada sevgilisi gelmiş fark etmemiş çocuk şaşkınlıktan.
Sevgilisi: "N'oldu ?"  demiş.
Çocuk: "Yok bi'şey" demiş."
Hayat bi kez daha kesiştirmiş onları işte, film misali; ama artık hayatlar farklı, yönler, gidilen yerler,tutulan eller hepsi farklıymış............
Uzaktan bi resim, bir küçücük resim çocuğun içinde yeni fırtınalar koparana kadar böyleymiş. Kopmuş gitmiş bi şeyler yine.Kız mutluymuş, ondan emin şimdi çocuk; yoksa niye kırmızı kurdelasıyla gülücükler saçsın ki ?
Çocuk mu ?
O aynı, yıllar önce kıza dediği gibi:
"Kör bir kuyuda gibi sanki........................................................................................... 

Hepiniz idare ediyosunuz beni......

İzleyeli uzun zaman oldu fakat sabah kalkar kalkmaz bu sahne geldi aklıma.Paylaşmak istedim.

 Mustafa Hakkında Her Şey-2004
 -Vivaldi......Antonio Vivaldi.......
-Hepiniz idare ediyosunuz beni.............

UMUT.....

Yalnızlığa Hastalık...


     Hastaydı, gözleri çökmüştü.Bir hastalık  yüzünün rengini bu kadar soldurmuş olamazdı; yaşadıklarının etkisiyle vücut direncini yitirmiş, yaşama sevincinin yitimi de yüzünün rengini almıştı.
Olurdu bazen, insan yitip gidebilirdi kendi yalnızlığında; fakat bu gidiş farklıydı, gidişten çok bitişi andırıyordu.
Sessizdi, yalnızlığının bi alışkanlığı olsa gerekti; ama belki de söyleyecek sözü kalmamıştı hayata dair. Çoğu zaman yaşardı insan bunu da söylemezdi; yaşayıp söylememe çelişkisi de "sessizlik" olarak adlandırılırdı zaten.
Sessizlik kemirirdi insanı; ama sessiz insanların çok iyi bildiği, "sessizliğin sesi" hayaleti canlanırdı zamanla. Yeni doğmuş bir bebek gibi zamanla büyür giderdi. Alışırdı,duyarsızlaşırdı; zamanla sessizliği duymaz olurdu.Duvarlar, dolaplar, kanepeler, masalar, sandalyeler, perdeler, halılar, yataklar, komodinler, masa lambaları ses verirdi.

    O kadar gürültü yaparlardı ki bi sürü sonra susun demeye başlardı insan,  yetmezdi de kulaklarını kapatırdı çoğalan bu seslere karşılık. "Ses"te, "sessizlik"te dayanılmaz olurdu artık kemirmeye başlardı ruhu.
 Yavaş yavaş ele geçirirdi sesler, bunlara karşılık veremezdi insan. Ve susmaya başlardı.Susma biter, göz kapakları da yarı yarıya kapanırdı.Dudakların kıvrımları hayata neşeli bakan insanlar gibi , yer çekimine karşı koyamayarak aşağı doğru eğilmeye başlardı. Bakışları da boşluğu andırarak artık yalnızlığın yüzdeki fizyolojik etkileri tamamlanmış olurdu. Sonra yavaş yavaş tüm bedenini ele geçirirdi.Bi nevi mikroplar, bakteriler de isyan ederek, "Yalnızsan yaşama!" diyerek o tek kalan nefesini de ele geçirmeye çalışırdı..
Bundan sonra  çare aramak anlamsızdır, artık ruhta  kemikleşmiştir yalnızlık, sinmiştir. Ama bilmezler. İnsan bilir de anlatamaz. Gözleri çöker, yüzü solgunlaşır; biz basit bir hastalık sanırız onu kendimize bakmamaktan vücudumuzda yer eden mikroplardan kaynaklanan.
Oysa mikroplar da sevmez yalnızları..........

7 Nisan 2012 Cumartesi

Ben Senden Önce Ölmek İsterim.


Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
                    içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
                    ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
                        senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
                                     yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
                    biri sen
                    biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
                                bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
                  belki diyor.
 
                                                                18 Şubat 1945
                                                                Piraye Nâzım Hikmet

5 Nisan 2012 Perşembe

yorumsuz...

Saat 15.00 ile 21.00 arasında 7 saat, tek fotoğraf. 
Kaynak: http://isilkrnfl.deviantart.com/art/sun-lapse-251120175

Aşk İki Kişiliktir / Ataol Behramoğlu



Değişir yönü rüzgarın
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden;
Binlerce yıl uzaklardadır
Binlerce kez dokunduğun ten;
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Avutamaz olur artık
Seni, sevdiğin şarkılar;
Boşanır keder zincirlerinden
Sular tersin tersin akar;
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar:
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Yitik bir ezgisin sadece,
Tüketilmiş ve düşmüş gözden;
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken;
Çünkü hiçbir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını,
Severken hiç bir böcek
Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

3 Nisan 2012 Salı

BEKLEYİŞ - SON 1 HAFTA...

SULTANI ÖLDÜRMEK-AHMET ÜMİT

Kitap bir cinayetle başlayıp Fatih Sultan Mehmet’e uzanan bir serüveni anlatıyor.
Merakla ve dört gözle bekliyorduk zaten Ahmet Ümit hayranları olarak. Geçen iki yılda zaten bizi yeterince susatmıştı yeni bir "Ahmet Ümit polisiyesi"ne....

2 YILLIK BEKLEYİŞ BİTİYOR 
10 NİSANDA KİTAPÇILARDA....
 

2 Nisan 2012 Pazartesi

Ustaya Saygı...SABAHATTİN ALİ

Görünmez kollar boynumda.
Yarin hayali koynumda,
Sıcak bir kurşun beynimde,
Bir ağaç dibinde yatsam.

  "İstek" şiirinde böyle demişti büyük usta.Belki de içine doğmuştu ölümü.
64 yıl önce tam da bugün sıcak bir kurşun sırtında Bulgaristan sınırında bir ağaç dibinde yatıyordu Türk şiirinin ve romanının gerçekçi yalın şairi....
   Şiirleri halk şiirinin bir parçasıdır. Hece ölçüsü kullandığı şiirlerinde anadolu halkını, köylüsünü ve içten yalın duygularını anlatmıştır.
    Romanlarında ise Tanzimattan beri süregelen romantik duyuşu bırakmış, gerçekçiliğe yaklaşmıştır. Uzun öykü-roman "Kuyucaklı Yusuf" güzel bir örnektir.
    Bir çok şiiri bestelenmiştir:
• Hapishane Şarkısı V (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram)
• Leylim Ley (Zülfü Livaneli)
• Hapishane Şarkısı I (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Ahmet Kaya)
• Hapishane Şarkısı III (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya)
• Çocuklar Gibi (Sezen Aksu)
• Kız Kaçıran (Ahmet Kaya)
• Kara Yazı (Ahmet Kaya)
• Melankoli (Nükhet Duru)
• Eskisi Gibi (Ben Yine Sana Vurgunum - Nükhet Duru)
• Dağlar (Dağlardır Dağlar - Sezen Aksu)
  İçlerinde en meşhurun paylaşalım bizde..   

 


ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma
Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah´a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma......

açlık oyunları film müziği....

Güzeller güzeli Taylor Swift'in,  Suzanne Colins'in 

muhteşem üçlemesi olan "Açlık Oyunları" distopya serisinin ilk filmine yaptığı müzik :)))


ALBÜM ADI MUHTEŞEM: Plastik Çiçekler ve Böcekler....

 Hayatın ve  insanların yapaylaşmasına müzikle verilebilecek en güzel cevap ve albümün en iyisi....

Kelebek kadar omrumuz var
Sevmek lazim, hemen başlayalim
kaybedecek daha neyimiz var
aşk icin ne gerekiyorsa hepsi bende var
nefes bile almadan seviyorum seni
sarmaşiklar gibi sardin kalbimi
degiştirdin kanimi koydun zehrini
orumcek gibi ordun zihnimi
duşundukce daha cok isterim seni
nefes bile almadan seviyorum seni
icimde dolaşan alkol gibi
sana gitgide sarhoş oluyorum
ruhumu kaybetmiş gibi
sadece senin icin yaşiyorum
nefes bile almadan seviyorum seni

Çilekeş - Siyah..

Çilekeş - Siyah şarkı sözleri

Yorgunsun, hep hastasın
Vaziyetin farkındasın
Yalnızsın hep, mutlusun
Belki de umarsız, duyarsızsın
Böyle geçmez anla, ömrüne yazık etme
Kaybetme kendini, kendi rengini
Bari sen solma, her yer siyah...
Simsiyah yine her taraf
Yanlış düzen, yanlış zaman
Yitip giden bu umutlara bir ben miyim hep kan ağlayan?
Bazı şeyler var, kayıtsız kalmaya gelmez, affetmez.
Kaçtığın yerde hiç olmaz belki derdine yanan...
Farkında olmak, üzülmek çözmeye yetmez herşeyi
İtiraz etmek, hesap sormak gerek bazen karanlığa...
Hiç sabrın kalmasa bile (vazgeçersen,kaybedersin)
Herşey değişir birdenbire!
Simsiyah yine her taraf
Yanlış düzen, yanlış zaman
Sönüp giden bu ışıklara tek ben miyim hep kan ağlayan?
Ahlaksız, sahtekar, ziyankar onlar hep, düzenbazlar
İnanma, söylenenler hep yalan
Kaybetme kendini, kendi rengini
Bari sen solma, yok olma!
Şansın varken anla
Bari sen anla!
Simsiyah, her yer siyah...
Vazgeçersen kaybedersin, vazgeçersen yitip gidersin
Vazgeçersen kaybedersin, vazgeçersen solup gidersin...