31 Aralık 2013 Salı

HERKESE (U)MUTLU YILLAR :)

 


 Bir yılı daha arkamızda bırakıyoruz.Gündemimiz Milli Piyango'da büyük ikramiye size çıkarsa ve 2013'te neler yaşadık; sporda,sanatta, siyasette, ekonomide ?
 Hani her insan bir dünya ya kendi içimizin siyasetinde, sanatında, sporunda, ekonomisinde neler yaşadık mesela ?
 Ekonomiyle başlayalım. Mesela yeni araba aldık falan filan ama hep borç tabii buna mukabil kredi kartı borçları, akaryakıt, kira, yakıt, faturalar falan filan derken aslında yurdum gibiyiz: Ekonomik değerlerimizin görüntüsü parlak; ama içten içe ekonomi yine bozuk. kısacası makro ve mikro değerlerimizde çok iyi değil; ammavelakin buna şükür :)
 Sanatta da elimizden geldiğince kitaba, sinemaya yani kültüre ulaşmaya çalıştık işte :)
 Sporda da Galatasaray'ın şampiyonluğuna, ŞL'de çeyrek final oynamasına çok sevindik; ama Terim'in iç çekişmeler yüzünden gönderilişine çok üzüldük.
 Kendimizse efenim, halı saha maçlarına tüm hızıyla devam ediyoruz. Kısmet olursa mart gibi de spora başlamayı düşünüyorum, her yiğit Türk genci gibi :)
  İnsanın kendi siyaseti ya da iç siyaseti, buna gelince de biraz felsefi oldu farkındayım da ne bileyim içimiz aşk meşk pek yolunda değil ya nihayetinde ondandır belki. Yurdum siyaseti gibi karışığız yani.
  Geçirdiğim kaza da yine bir iç siyasettir nihayetinde. Çok etkiledi çok, çok değiştiriyor insanı hem de çok. Artık daha farklı bakabiliyor insan hayata..
  Kısacası tüm bunlar başımızdan geçiyor ya...
  Hani biz planlar yapıyorduk ya geçen sene bu zamanlarda da...
 O zaman Lennon reyizin o meşhur sözü yankılanıyor kulaklarımda:
"Hayat biz gelecek üzerine planlar yaparken başımızdan geçenlerdir."
Ama daha bitmedi; herkese mutlu, umutlu, kazasız belasız, daha az planlı bir 2014 dilerken; çocukluğumuzda yapılan ve bence tüm zamanların en kötü esprisi olmaya aday o nadide espri ile bitiriyorum satırlarımı:
 "Seneye görüşürüz."   :))))))))))

26 Aralık 2013 Perşembe

ADIM SONBAHAR

Nasıl iş bu
Her yanına çiçek yağmış
Erik ağacının
Işık içinde yüzüyor
Neresinden baksan
Gözlerin kamaşır  
Oysa ben akşam olmuşum
Yapraklarım dökülüyor
Usul usul
Adım sonbahar
                                    Attila İlhan

25 Aralık 2013 Çarşamba

ANLAYAMADILAR...

Biz ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim
Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda...
Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye! ..
Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik
ANLAYAMADILAR...

Nazım Hikmet Ran

22 Aralık 2013 Pazar

ANNE KAFAMDA BİT VAR

  70'lerin yakışıklı jönü, 80'lerin sosyal içerikli filmlerinin başrol oyumcusu Tarık Akan'ın yurt dışında yaptığı bi konuşmadan ötürü İstanbul 1. Şube ve Selimiye Kışlası'ndaki gözaltı günlerini anlatan "anı" kitabı.
  Tarık Akan'da "YOL" ve "MADEN" gibi sosyal içerikli filmlerde oynayıp çizgisini belli etmeye başlayınca bir nevi gözdağı verilir, günümüz deyişiyle "mahalle baskısına" uğrar. Hem de şiddetlisinden. Yurt dışında yaptığı bir konuşmadan ötürü İstanbul'da havaalanında gözaltına alınır ve kitap başlar.
 Kitapta 1. Şube'deki baskı ve işkence günleri anlatılıyor. Polisin devrimci gençlere uyguladığı baskı, şiddet.İşkenceye gidip gelenler, hücrede yaşam, tuvalet ihtiyacının boş kaplarla giderilişi, polislerle kurulan muhabbetler, kebap yenme, votka içilme olayları anlatılıyor. Bu bölümü okurken tüyleriniz ürperiyor.
  Daha sonraki bölümde Selimiye'de, askerin kısmen daha iyi davrandığını okuyoruz. Orada da idam mahkumları içimizi burkuyor.
 3. bölümde ise 2. bölümden güzel bir geçişle "YOL" filminin çekiliş sürecine, sansürden sıyrılışına, Şerif GÖREN'in yönetmenliğe gelişine, Yılmaz GÜNEY'in senaryoyu yazış sürecine, Tarık AKAN'ın film çekiminde yaşadığı zorluklara, atının senaryo gereği vuruluşuna kadar birçok anıya şahit oluyoruz.
Son bölümde ise tutuksuz yargılanmasına karar verildiğini okuyup tam sevinecekken hevesimiz kursağımızda kalıyor. Annesinin dizlerine yatıp, "Anne kafamda bit var." diyerek içimizi yine burkuyor.
 Yani, kitap baştan sona iç burkuyor; bir dönemin panoramasını sunuyor. Ki insan demeden edemiyor: Tarık AKAN gibi ünlü bir isim böyle şeyler yaşadıysa ya o gencecik, isimsiz; davasına inanmış,sağcı-solcu fark etmez, çocuklar neler yaşamıştır ?
 Neticede Tarık AKAN yazar olmadığı, bu kitap da bir roman olmayıp sadece bir anı kitabı olduğu için kitabın edebi değerini çok fazla tartışmaya gerek yok. Zaten Tarık AKAN'ın da böyle bir amaç gütmediğini düşünüyorum; çünkü yazar sosyalist bir dünya görüşüne sahip olduğu için çok da fazla edebi değer üzerine düşünmez, sanatın yararcılığını düşünür.
 Neticede bu kitap dönem anlamak için okunabilir. Tavsiye edilir.

20 Aralık 2013 Cuma

BİR DELİNİN MAL BEYANI

1- Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
2- Gökyüzünde bir bulut
3- Bitlis'te beş minare
4- Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili
5- Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri
yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı
6- Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
7- Palandökende bir palan, iki döken
8- Kastamonu'da üç kasto
9- Üç fay hattı
10- Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma
11- Dünyada mekan
12- Ahirette iman
13- Denizde kum
14- Uzayda yerçekimsizlik
15- Bir çuval gazoz kapağı
16- Bir kibrit kutusu sigara izmariti
17- On sekiz saç biti
18- Biri İngilizce 6 adet küfür
19- Yirmi tane boş naylon poşet
20- Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht
21- Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün
22- Uç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait, üç ayrı banka reklamlı bank
23- Bir ayakkabı çekeceği
24- İki büyük taş kütlesi
25- Bir adet ağaç gölgesi
26- Üç kuş kanadı sesi
27- Bir sürü kedi, köpek
28- Bir Marmara Denizi
29- Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci
30- Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu
31- Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
32- Nakit 15 kuruş
33-Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür

                                                  Penguen yazarı-çizeri Metin Üstündağ

17 Aralık 2013 Salı

YALNIZLIK ÜZERİNE

Aslında tam olarak yazmasını bile beceremesek de (yanlız-yalınız) üzerine çok fazla düşüncemiz var toplum olarak. Hatta ve hatta kalabalıklar içinde yapayalnızım, gibi bir ruh halindeyizdir söz konusu yalnızlık olunca ?
 Sahi neydi yalnızlık ?

Sertap Erener'in şarkı sözlerindeki gibi yalnızlık yollarımıza pusu kurmuş beklemekte bir hain bir düşman mıdır ?

 Ya da Özdemir Asaf'ın dizelerindeki gibi "paylaşılmaz" kutsal bir varlık mıdır ?

 Ya da "Kaybedenler Kulübü" filmindeki gibi, "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız ?" şeklinde felsefi bir sorgulama mıdır ?

Ya da "Ey yalnızlık! Herkesin koynuna girip çıkarsın da bir tek benimle mi düzenli ilişkin var ?" dizelerindeki gibi şair Ece Ayhan ile artık ilişki kurabilecek konuma gelmiş somutlaşmış bir varlık mıdır ?

Ya da Bukowski'nin özdeyişindeki gibi bir avuntu mudur ?
"Yalnız olmak, yanlış bir kalpte olmaktan daha iyidir."

Ya da Aziz Nesin'den atarlı, delikanlıca bir söz müdür ?
"Bilinsin ki adam gibi sevdiğimizdendir, yalnızlığımız."

Ya da ya da buldum; sevilmediğimizdendir yalnızlığımız:
"Sevilmeyen bir insan, her yerde her şeyde yalnızdır."

Ya da bir Atilla İlhan şiiridir belki de...
 YALNIZLIĞI DENEMEK
Gecenin ortasında ne işin var ?
Yıldızlara dokunma yanarsın.
Bak birazdan ay da batacak,
Karanlık bulaşmasın ellerine,
Tersine döner yolunu bulamazsın.

İçi dışı uzay tozu yansımalar,
Sahi mi yalan mı anlayamazsın?
Bir rüya gemisi iskele sancak,
Dokunup geçiyor hayallerine.
Ağlayasın gelir ağlayamazsın

Sevmek insanın yüreği kadar.
Küçükse büyüğünü taşıyamazsın.
Yalnızlığı da dene oldu olacak.
Nasıl yankılanır derinden derine?
İyi midir kötü mü çıkaramazsın.

İnsan insanı kendisi tamamlar.
İçinde başka dışında başkasın.
Eksikliğin fazlana elbet bulaşacak.
Öbürü sığacak bunun derisine.
Yoksa sabaha sağ çıkamazsın. 
                                                  Atilla İLHAN 
Soruyorum şimdi yüksek sesle: 
SAHİ NEYDİ YALNIZLIK ?

YILDIZLARARASI (INTERSTELLAR)

 Başlangıç (Inceptıon) filmiyle aklımızı başımızdan alan, Kara Şovalye serisi ile inanılmaz epik destan yazıp şimdiden sinema tarihine altın harflerle adını yazdıran usta yönetmen Chrıstopher NOLAN'dan yine farklı bir film:
Yıldızlararası.
Gösterim Tarihi 7.11.2014
Merakla bekliyoruz efenim :)
Türkçe Alt yazılı fragmanı:

TAHİR İLE ZÜHRE

Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte,
Yani yürekte..
Meselâ bir barikatta dövüşerek,
Meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken,
Meselâ denerken damarlarında bir serumu,
Ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin,
Ama o bunun farkında değildir.
Ayrılmak istemezsin dünyadan
Ama o senden ayrılacak.
Yani sen elmayı seviyorsun diye
Elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık,
Yahut hiç sevmeseydi,
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
                                    Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
                                    Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil…

                                                                                                     Nazım Hikmet

SON ŞEYLER ÜLKESİNDE



 19 yaşındaki Anna Blume'un gazeteci olup kaybolan abisini bulması peşinde sürüklenişinin öyküsü.
 Karanlık kapkaranlık bir dünya. Üretimin durduğu, doğumun artık olmadığı, en muteber mesleğin çöp toplayıcılık olduğu, medeniyetin günden güne yok olduğu bir ülke: "Son Şeyler Ülkesinde"
 Vapurla on günlük yolculuk yapar Anna, abisi William'ı bulmak için. Sanki bu yolculuk Amerika'dan Orta Doğu'da bir kente yapılmış izlenimi veriyor. Kent abluka altında. Giriş yapılabiliyor, ancak çıkabilmek pek de mümkün değil. Yaşlı Isabel ile tanışır, onun evinde kalır, başka bir eve sığınır. Ev antikalarla doludur, devlet otoritesinin kısmen kaybolduğu, çetelerin insanları evlerinden attığı bir kentte bu evi silahlı tek bir kişi korumaktadır.O ev de dağılır gider, Anna'nın mektuplarıyla roman son bulur. Evi tek kişinin koruması gibi genel olarak kurgu da yüzeysellikler mevcuttur.
 Daha iyi bir roman olabilir miydi? Evet, olabilirdi; ancak yine de roman okunurken distopyanın gergin, karanlık atmosferini bize başarıyla sunuyor. Dilde gayet akıcı.Netice de bu işin zirvesini  1984 sayarsak birkaç gömlek altta bir distopya örneği; ancak yine de benim gibi distopya tutkusu olanlar için gayet okunabilir bir eser.
 

13 Aralık 2013 Cuma

AŞKIN E HALİ

 Aşkı e halinden yorumlamış bize güzel adam F.D. Sadece e hali mi var oysa aşkın? A'dan Z'ye binbir hali var.İlk başta adı e olan birisine ithaf edilmiş gibi düşündürse de daha sonra acaba dedirttiriyor. Acaba aşkın "a"sına terslik diye mi aşkın "e" halini anlatmış bize F.D. (Zaten aşk da böyle çelişkilerden ibaret değil mi?) Ne de olsa sever böyle oyunları F.D. "Alev Alev" yanarken klibinde buzların içinden selam çakıp gülümsememiş miydi ?  Dilimize dolanıyor şarkı hüzünlendiriyor kesinlikle. Oysa melodisi çok da hüzünlü değil; ama sözleri herbiri ayrı güzellikte sanki.
"İçime içime" derken ki o sesteki o güzellik mi, "çünkü yoksun" mu ya da o güzel nakaratı mı ?
Aşk bu mu ?
Aşk acı mı ?
Acıtır mı, İncitir mi ? 
Diye sorsa da F.D. aslında cevaplar çok net: Aşk acı, aşk incitir, aşk kanatır,aşk paramparça eder.
Badem'in laf olsun diye yaptığı kötü performanstan bahsetmiyor, güzel klibi izliyorum ve her zaman F.D. den dinliyorm:
aşk bu mu
aşk acı mı
acıtır mı
incitir mi
aşk bunu bana yapmaya mecbur mu
yağmurlar içime içime içime yağıyor içimdeki kuraklık bitmiyor
bitmez sandığım yollar aynı çıkmazda tükeniyor
çünkü yoksun
gelmiyorsun
bir çığ gibi büyüyorsun
aşk bu mu ?
aşk acı mı
acıtır mı
incitir mi
aşk bunu bana yapmaya mecbur mu?

12 Aralık 2013 Perşembe

Ölümün Kıyısı

 Günün tüm yorgunluğuyla eve gelmiş olsam da üzerimde bir heyecan farklı bir enerji vardı; hani o tatile çıkmanın tatlı heyecanı. Kurban Bayramı tatiline çıkıyorduk, tamıtamına on günlük uzun bir tatile.
 Bekar olarak tüm bayramlıklarımı ve hatta kirli ! bayramlıklarımı alıp o çok sevdiğim ilk göz ağrım arabama atlayıp annemin babamın yanına gittim. Birkaç gün sonra da köye dedemlerin yanına gittik. Kurbanlarımızı kestik; kebaplarımızı, kavurmalarımızı yedik; eller öptük, gönüller aldık,bir kurbanı da yine güzel güzel geçirdik. Evimize döndük, Pazartesi günüm boştu bi'gün daha evimde kaldıktan sonra görev yerime dönmek için arabamla yola çıktım. Hayatta belki de ilk kez telefonumu almamıştım yanıma, daha birkaç ay öncesi almıştım; ancak kardeşimin ısrarlarına dayanamayıp telefonu o'na vermiştim. Annem de, "Oğlum, telefonsuz yola çıkmasan iyi olur." demişti. Ben de "Varınca ararım anne." demiştim. Zaten sürekli gidip geldiğim bir saatlik yoldu. Yola çıktım abimin yanına uğradım, bana iyi yolculuklar diledi, yola çıktım.
 Hava artık kararmakla kararmamak arasında kararsız kalmıştı. Yolumun yarısına gelmemiştim daha yavaşça giden bir kamyonu solladım. Yol bilgisayarına anlık tüketim değerine baktım, vitese baktım 4. vitesteydim, hızım 80'di. Kamyonu sollayıp geçince yolda bir nesne gördüm,baktım taş zannetim. Yolda da uzun zamandır yapım çalışması vardı. Yollar genişletilip asfalt dökülüyordu.Çakıllarda tabii ki de temizlenmiyordu. Dedim ya o nesneyi görmüştüm; köpek miydi kedi miydi taş mıydı neyin nesiydi işte. Kurtarmak için direksiyonumu hafifçe kırmakla birlikte arabamın bir sağa bir sola savrulması bir oldu. Ne olduğunu anlayamadım, arabam takla attı. Çıktım içinden, kamyoncu durdu.Geçmiş olsun, dedi. Ve o sırada benim Hızır Aleyhisselam olduğuna inandığım ambulans geldi. Ben şaşırdım, sizi arayan mı oldu ? dedi. Hayır, biz vakadan dönüyorduk,dediler.Beni ambulansa aldılar, götürdüler.Eve gittim hastanede geçen saatlerden sonra.Gece uyudum birkaç saat.
 Ertesi gün yeni bir tempo başlamıştı artık. Maalesef Türkiye'nin bürokratik evrakçı düzeninde kazayı atlatıp dinlenmek için pek de vaktiniz yok.İfade, kaza tutanağı, hastane kayıtları, alkol raporu, ekspertiz, ön inceleme, son inceleme, mutabakat, müzakereler, temiz kağıdı, Vergi Dairesi işlemleri ıvır zıvır derken bir bakmışsın kı 40 gün geçmiş paran yatmış.
 İşin tatlı tarafı parayı aldıktan sonra yeni arabanın aranması ve bulunması süreci.Çok şükür o olayı da geçen hafta İzmir'den hallettikten sonra bir de baktım ki rutini ne kadar özlemişim. Evden işe, işten eve...
 Peki ya bunları yaşadıktan sonra hatırlanmak istenmeyen bu olayın ruhumuzdaki etkileri
 Öncelikle bu olay yani ölümün kıyısından dönmek; ancak yaşayanların anlayabileceği kadar büyük bir olay. Yaşamayanın anlayabilmesi imkansız. İnsanların çoğu kaza anını hatırlamaz; ama ben tüm ayrıntıları hatırlıyorum.Arabanın savruluşu, takla atışı, takla atarken kolumu asfalta çarpışım, vs.
 İnsan kazanın arkasından çok fazla konuşmak istemiyor;evet, ama yine de yanında destek istiyor.Telefonunun çalmasını istiyor. Telefonun çalıyor, geçmiş olsuna geliyorlar ya da gelmiyorlar; sen sadece öğreniyorsun, hatta hayatının o güne kadar ki kısmını çocukluk sayıyor; artık daha olgun daha ağır, insanlara daha az değer veren, daha "eyvallahsız" bir adam olduğunu hissedip Nietchze'nin dediği gibi, öldürmeyen acılar seni güçlendiriyor.
  İşte yaklaşık iki aydır blog'umdan uzak kalışımın sebebi bunlar.Umarım bundan sonra böyle tatsız olaylar yaşamam da o sevdiğim güzel rutin hayatıma devam ederim.
  Son olarak bi aforizma benden:
 "Hayatta ölümden daha ciddi hiçbir şeyin olmadığını yalnız ölümün kıyısından dönenler bilir."

3 Ekim 2013 Perşembe

MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
                       bahçesinde ebruliii
                                 hanımeli
                                              açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
                          hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
                         çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
                   hanımeli
                             açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
            yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
           bahçesinde ebruliiii
                     hanımeli
                               açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
                         hanımeli
                                   açan ev..

                                                                Nazım Hikmet
  

2 Ekim 2013 Çarşamba

1984 ÜZERİNE


   George Orwell'ın, 2.Dünya Savaşının hemen arkasından, dünyanın genel olarak içinde bulunduğu karamsarlıkla 1948'de yazdığı, 1949'da yayımlanan, asıl adını "Avrupada'ki Son Adam" olarak tasarlayıp yayıncısının isteğiyle "1984" yaptığı, distopyanın başyapıtlarından olan tüm çağlara seslenen, güncelliğini ve tartışılabilirliğini hiç yitirmeyen kitap.
 “SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR.” 

 Kitabın sloganı bu. İnsanların baskı altında yaşadığı, insani değerlerin kaybolduğu, cinselliğin yasaklandığı, düşünce polisinin düşünce suçlulularını yakaladığı, dünyanın ana birkaç devlete ayrıldığı, çift yönlü tv'ler ile insanın sürekli izleme altında olduğu savaş duygusuyla devletlerin ayakta tutulduğu bir korku imparatorluğu.
 Ülke sürekli savaş halindedir; çünkü toplumu zenginleştirmeden üretim ancak savaşla mümkündür. Aksi takdirde üretim sonucu zenginleşen kitle akılcı düşünüp egemen sınıfa karşı gelebilir.Tıpkı Avrupa'nın Coğrafi Keşifler neticesinde zenginleşerek Rönesans'ı ardından da Reform'u başlatması gibi. İşte bu yüzden devletimiz sürekli savaş halindedir. Devletimiz, parti-devlet şeklindedir; döneminde-özellikle 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında-var olan yönetim biçimidir. Almanya- SSCB buna en iyi örneklerdir. Zaten kitapta da salt faşizm ya da Orwell'ı hayal kırıklığına uğratan komünizm değil; totaliter, parti-merkezli devlet ve bireysel özgürlükleri kısıtlayan tüm yönetim biçimlerine uyarlanan bir eleştiri söz konusudur.
Büyük Birader'e-güce-tapınma. 2 dakikalık nefret ayini
Kitapta ilginç kavramlar vardır:
Big Brother: 2000'li yılların başında tv'dan izlediğimiz ülkemizdeki adı "Biri Bizi Gözetliyor" olan Avrupa'daki orijinal ismi ise "Big Brother" olan tv formatının esin kaynağıdır; çünkü kitapta "Big Brother" insanları tele-ekranlar sayesinde sürekli izlemekte ve denetim altında tutmaktadır.
Yenikonuş: Ülkede sürekli güncellenen sözlüktür. Güncelleme ise sürekli sözcüklerin azaltılması şeklindedir ki insanlar daha az kelime kullanıp kendisini daha az ifade edebilsin; beyinleri daha az çalışsın. 
Çiftdüşün: Var olanların tersini düşünmektir bir şekilde. Savaş barıştır, özgürlük köleliktir ya da Sevgi Bakanlığı nefreti körükler.
   Totaliter ülke Okyanusya'nın bir diğer bakanlığı da Doğruluk Bakanlığı'dır ve "çiftdüşün" gereği bu bakanlıkta sürekli olarak tarihi tahrip etmekte, istediği gibi geçmişi değiştirmektedir. 
Kahramanız Winston Smith'de bu bakanlıkta tarihi değiştirmekle görevlidir. Ancak Smith yasaklara uymamış ve Büyük Birader'in tüm baskısına rağmen bilinç geliştirmiştir. 
Ve karşısına aşk çıkar Smith'in. Aşkın adı Julia'dır. Onunla sevişir bir antikacının evinin üst katında ve insan ruhunu derinden yaralayan şu sözler dökülür dudaklarından:
   "Bir zamanlar, erkekler bir kadının bedenine bakar ve çekici bulurlardı, işte o kadar. artık saf aşk ya da tutku söz konusu değil. Hiçbir duygu saf olamıyor, çünkü her şeye korku ve nefret sindi. Kucaklaşmalarımız bir savaş, orgazm ise bir zaferdi. Bu partiye indirilmiş bir darbeydi. sevişmek siyasal bir eylemdi."
  Bu eylemin neticesinde yakalanan Smith, beyin yıkamaya tabii tutulur; ilk başlarda 2+2'nin 4 olduğunda dirense de en sonunda 2+2'nin 5 olduğunu kabul eder ve kaybolur gider Smith. Kazanan yine totalitarizm olmuştur. Kaybedense insan...

   Peki Smith kaybolup giderken bu kitap biz de neler bırakmıştır ?
Ruhumuzda kapkaranlık bulutlar bırakmış, insanın kaybetmesinin doğal olduğu, baskıya ve işkenceye direnemeyeceği bir kez kaybettiyse bugün de kaybedeceği gibi umudun zerresinin olmadığı bir his bırakmıştır bizde.
 Birkez değil birkaç kez okunması zorunlu olan distopya'nın zirve noktası olan bu kapkaranlık başyapıtın kurguladığı karamsar gelecekçilikten bugune neler gelmiştir, Orwell'ın hangi öngörüleri tutmuştur ? 
 Bir kere tele-ekranlar tutmuştur. Bugün yaptığımız herhangi bir şey güvenlik kameralarıyla, yazdığımız herhangi bir şey sosyal medya üzerinden profillerimize ulaşılarak rahatça izlenebilir. Ayrıca ıp adresimizden, e-posta hesabımızdan, beğendiğimiz sayfalardan çok rahat kım olduğumuz ortaya çıkarılabilir. 
Büyük Birader sizi izliyor

 Telefonlarımız kolaylıkla dinlenebilir, yazışmalarımız izlenebilir. 
 Rutin, sıkıcı ve uzun saatlere dayanan çalışma hayatıyla düşünemez hale gelebiliriz Smith gibi.
 Çiftdüşün tekniğinin siyasi hayatımızda klasikleşmesi gerçekleşebilir ki gerçekleşmiştir de.
 Toplum düşünmez, söylenen birçok şeye inanır hale gelebilir belki de gelmiştir...

1984 filmi:
Filmi Mıchael Radford yerine keşke "Otomatik Portakal" kitabına filmiyle sınıf atlatan Stanley Kubrıck çekseymiş. Film kesinlikle kitabın gerisinde; ama kitabı okuyan birisi rahatlıkla ve ilgiyle filmi izleyebilir. (En azından ben de öyle oldu.) Ancak film sadece olayları sırayla anlatmış ve kitaba görsellik katmış; yönetmen ya da senarist tarafından herhangi derinlikli bir sahne yok
 Yine de tavsiye ederim filmi; ancak kitabı okuduktan sonra.

Kitabı ise birkaç kez okumanızı tavsiye ederim...

                             Ütopik yarınlara...

30 Eylül 2013 Pazartesi

MAVİ LİMAN

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın... 
                                                                     Nâzım HİKMET
 

BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ

  Aşk, yaşamı; cinayet, ölümü sıradanlıktan kurtarır...
    Ahmet Ümit'in "Sultanı Öldürmek"ten 1,5 yıl sonra 21 Ekim'de yayımlanacak "BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ" romanından bir bölüm ve afiş çalışması: 
 

''BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ"

   Karanlık… Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke... Onu tepeden tırnağa titreten, tepeden tırnağa kuşatmış olan öfke... Belki geçtiği bu karanlık sokağın, bu yıllanmış semtin bile farkında değil. Ne şehrin debdebeli günlerinden kalma bu yaşlı mahallenin, ne bu unutulmuş sokağın, ne bu soğuğun, ne de bu gecenin. Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor.

“Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden, “Kadınlar, onlarla oynayamazsın… Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün… Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden, ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine. “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.”

Derin derin nefes alıp kovuyor zihnindeki sesi. Sesle birlikte kadınların görüntüleri de kayboluyor. Ciğerlerine dolan ağır kömür kokusu öksürtüyor onu. Bir küfür yükseliyor boğazından, vazgeçiyor, ne yararı olacak ki? Biraz daha hızlandırıyor adımlarını. Hem de nereye gittiğini bilmemesine rağmen. Hem de çare olmayacağını bile bile. Geniş adımları gergin, yumrukları sıkılı, sağ gözü seğiriyor. Bir tek onun farkında. Belki de o sebepten daha çok hiddetleniyor. Hiçbir zaman sahip olamadı şu sağ gözüne, sinirlenince hep seğirir… İnsanoğlu neden bu kadar zayıftır ki?

Belki bu karanlıktan kurtulsa, kalabalığın çılgınca dalgalandığı İstiklal Caddesi’ne ulaşsa… Renkler, ışıklar, sesler, çekip çıkaracak onu düştüğü bu mutsuzluk kuyusundan. Kendini, yeni yılın gelişini kutlayan o eğlence manyağı güruhun içine atsa… Belki bitecek bu kıskançlık, bu nefret, ruhunu ele geçiren bu boşluk... Nemli rüzgâr alıp götürecek belki hepsini. Belki Zürih’teki gibi olacak… Gençliğindeki gibi… Gölün kenarında yaptığı gece yürüyüşlerinde olduğu gibi. Bu Allah’ın belası şehre gelmeden önceki gibi…

O anda duyuyor sesi. Arnavut kaldırımında yankılanan adımlar. Emin olamıyor onca gürültünün arasında. Evet, ayak sesleri. Yoksa kendi adımları mı? Hızını düşürmeden, kulak kesiliyor. Sokağı, karanlığı, geceyi dinliyor. Ömürlerini çoktan doldurmuş bu evlerin, çürümüş mezar taşlarını andıran duvarlarında yankılanan ayak seslerini. Temkinli, dikkatli, sinsi biri tarafından atılan adımların tekinsiz seslerini. Evet, biri var arkasında. Gölgesini gölgesine, nefesini nefesine ayarlamış, bedeninin tek bir kıpırtısını bile kaçırmadan adım adım onu izliyor.

Yoksa o gün gelip çattı mı? Yoksa kâbuslarının hakikate dönüşeceği zaman, şimdi mi, bu an mı? Ama tuhaf, içinde bir sevinç beliriyor. Evet, apaçık hissediyor karnından yükselen sevinci. Neden olmasın? Belki de en hayırlısı bu. Böylece sona erer yıllarca süren bu işkence. Böylece huzur… Böylece günahlarının kefaretini ödemiş olur. Hiç beklemediği anda aniden bütün ruhunu ele geçiren bu teslimiyet hoşuna gidiyor. Katilinin yaklaştığını, silahının horozunu kaldırdığını, tetiğe dokunduğunu, büyük bir patlamayla öne doğru savrulduğunu yaşar gibi oluyor, hatta ağzındaki kanın tadını bile duyuyor. Ama çok kısa sürüyor bu kabulleniş, yaşama isteği yeniden ağır basıyor. Kıskançlığı, öfkesi, aşk için duyduğu kahır, hızla hayata döndürüyor onu. Hayır, henüz değil. Ölmek için henüz erken. Amcasından duyduğu o sözler düşüyor aklına, pala bıyıklarını sıvazlarken, tuhaf bir sesle mırıldandığı o sözler: “Benim anam ağlayacağına, onunki ağlasın.”

Yavaşça paltosunun düğmesini açıyor, sağ eli, kemerine uzanıyor. Kabzanın insana güven veren soğukluğu, yitirdiği öfkesine yeniden kavuşturuyor onu. Hep olduğu gibi mermi namluya sürülü. Tek yapması gereken, dönüp ateş etmek. Ama sakince, elleri titremeden, hedefi şaşırmadan… Daha önce defalarca yaptığı gibi. “Benim anam ağlayacağına, onunki ağlasın.” Sımsıkı sarılıyor kabzaya, usulca çekiyor tabancayı, hızla dönüyor ama silahını doğrultamıyor bile. Sert bir rüzgâr çarpıyor sol tarafına. Sessiz, ama güçlü bir rüzgâr. Rüzgârın estiği yöne bakıyor. Biri dikiliyor karanlıkta. Çok iyi tanıdığı biri. Gülümsemeye çalışıyor karanlıktaki katiline. “Biliyordum,” diyor Arnavut kaldırımının üzerine yıkılmadan önce. “Biliyordum...”

Kaynak:
 https://twitter.com/baskomsernevzat
https://www.facebook.com/notes/ahmet-%C3%BCmit-fan-club/beyo%C4%9Flunun-en-g%C3%BCzel-abisi/10151939348972962

27 Eylül 2013 Cuma

OLMADI DAYI....

Gidiyor sevdiklerimiz; biz doğmadan Nazım göçüp gitti bu şiiri yazıp şimdi de ansızın dayı gitti bu şiiri seslendirip. İhtiyar "Delikanlı"m, İyi bak yıldızlara, erken giden tüm güzel insanlarla.....
                                          

8 Eylül 2013 Pazar

OLİMPİYATLAR NEDEN OLMADI ?

  Taa antik dönemlerden başlayıp bu post-modernist zamanlara ulaşmış  dilimizde "Modern Olimpiyat"lar denilen bu spor olayının organize edilmesine 5 kez aday olup ilk kez final oylamasına kalan "medeniyetler şehri" İstanbul, 2020 olimpiyat oyunlarını da düzenleme hakkı elde edemedi. Bundan sonra da ardı arkası kesilmeyen "neden" ler sıralanmaya başlandı. Peki neden kaybettik biz bu organizasyonu ?
                              

1- Ulaşım:
 İstanbul'un değil olimpiyatlara herhangi günübirlik herhangi bir organizasyona (kongre, final maçı, daha küçük bi şampiyona) ev sahipliği yapması gündeme gelince akla ilk gelen ulaşım sorunu olmuştur her zaman. Nitekim dünkü sunumdan sonraki soru-cevap bölümünde de gelen sorular arasında bu konu vardı. Yetkililerimiz de 11 ve 16 dakika arasında ulaştıracağız gibi şeyler söylemişlerdi; lakin yeterli olmamış, nasıl olsun ki iki kent arasındaki metro ağına bakar mısınız?

2- Spor Kültürü:
Efendim, ülkemiz olimpiyatları destekliyormuş hem de % 94 oranında. Bundan hiç şüphemiz yok, tv başında desteklesek ona da razıyız da buna bile pek inancımız yok. Bence bu destek oranı salt spor organizasyonu için değil; sosyolojik bir olgu. Yüzyıllardır Avrupa ve dünya karşısındaki kaybedişimizden kaynaklanan bir duygu. Tıpkı "Avrupa Avrupa duy sesimizi; bu gelen Türklerin ayak sesleri !" tezahüratındaki dışavurum gibi biz yapalım da bizim olsun da gururlanalım gibi
garip bir duygu işte. Yoksa aldık da n'oldu, Bu yaz ülkemizde düzenlenen FIFA U-20 DÜNYA KUPASI son 34 yıldaki 18 organizasyonun  en düşük seyirci sayısı rekoru bizde. bakınız FIFA U-20 DÜNYA KUPASI seyirci ortalaması:
http://www.japonkale.com/wp-content/uploads/u20-turkiye-seyirci-ortalamasi.jpg
  En sevdiğimiz spor dalı olan futbol da bile stadyumları dolduramıyorsak olimpiyatlar da mesela çekiç atma da eskrim de pentatlon da hentbol da nasıl bi seyirci kitlemiz olurdu ya da seyircimiz olur muydu, diye de sormak geliyor insanın içinden.
  Haa ayriyetten "Olimpiyatları alalım mı ?" adı altında hemen hemen her kanalın sokaktan geçen, çoğunluğu da esnaf olan halkımıza yönelttiği ve "Tabii alalım, turist gelir." diye el ovalayarak  cevaplar aldığı programlar da sizi yanıltmasın. Olimpiyat hengamesinden kaçan turistleri de düşünmek lazım; çünkü 2012 Londra Olimpiyatları'nda turist sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre % 7 düşüş göstermişti.
3- Tanıtım; Şike-Doping:
 Tanıtım filmimiz de bir klasik olduğu üzere martılar, çay karıştırma sesleri, semazenler, balerinler velhasılkelam klasik "doğu-batı sentezi" arabeskliği vardı hem de bolca. Oysa Japonlar da ise olimpik sporcularının yer aldığı bir şehrin/ulusun spora olan düşkünlüğünü anlatan "olimpik ruh" teması ön plandaydı.
  Haa biz yapamazmıydık böyle bi tanıtım filmi?
 -Yapamazdık; çünkü elimizde olimpik sporcu sayımız çok az, hatta onlardan da dopingden ceza alanlar var. O yüzden elimizde öyle bi malzeme olmayınca biz de kendimizi huzur bulmak için martılara ve ney sesine bırakmış olabiliriz.
 2 yılı aşkın bi zamandır devam eden şike soruşturması ve alınan cezalar da bunun cabası.

İSTANBUL TANITIM FİLMİ:
TOKYO TANITIM FİLMİ:
 4- Gezi Olayları- Suriye:
 Gezi olayları ve "çapulcu"lar yüzünden olimipyatları alamamışız. Artık kına yakabilirlermiş, falan filan. Bir nedenimiz de bu. Dış basında kısmen bu tip haberlere yer verilse de son süreçte Buenos Aires'te Gezi olaylarının hiç gündeme gelmediğini birçok gazeteci teyit etti.
 Ama Suriye konusunda maalesef aynı yerde değiliz; yine dünkü soru cevap bölümünde Monako Prensi Albert de olimpiyatların bölgeye etkisini sordu. E malumunuzdur ki Suriye ile savaşmak isteyen de bizim çapulcularımız değil.
  Netice de hiç mi hak etmedik ?
 Hak ettik, alabilirdik, siyasi irade çok istekliydi lakin işte adamlar bizim gözümüzden görmüyorlar İstanbul'u. Halkalarından 2'sinin İstanbul(Asya-Avrupa) olduğunu varsayarsak kesinlikle İstanbul'da olimpiyat düzenlenmelidir.
 Ama işte bunun için sadece coğrafi güzellik yetmiyor. Diğer bütün sorunlarınızı da halletmiş olmanız gerekiyor. 

5 Eylül 2013 Perşembe

DERT OTAĞIMIZ:KÖNGÜL/GÖNÜL'ÜMÜZ

"İnsan yaşadığı-yaşadıysa eğer-küçük, büyük tüm mutlulukların hesabını öder." (ben)
   Öder, denizin ortasındaki bir fener gibi yapayalnız ve tek başına öder; gelip geçen gemilere el sallayarak.
   Bu yazıyı yazan ben mi hüzünlüyüm sadece ?
   Hayır, hayır; millet olarak o kadar hüzünlüyüz ki kelimelere yetiremiyoruz hüznümüzü. Binbir kelimeye boğuyoruz: hüzün, dert, keder, acı, ıstırap, üzüntü, efkar...
   Tüm hüznümüz aslında tek bi kelimede gizli:"köngül/gönül"
   Binlerce yıllık kadim sözcüğümüz başka dillerde karşılığı olmayan bir sözcük: diğer dillerde en yakın anlamıyla "vicdan" kelimesi olarak mevcut. Bu kelimenin karşılığı da tamamen ahlaki bir durum açıklaması.
    Orta Asya'dan getirdiğimiz binlerce yıldır tarih sahnesinde olan bir milletin savaş, açlık, kıtlık, göç gibi durumlar karşısında türettiği bu sözcük; "köngül/gönül"  sadece bireysel olarak değil milletçe, ahali olarak derinliğimizi, içtenliğimizi duygusallığımızı duygularımızı aşklarımızı yaşadıklarımızı anlatan bir kelime.
   Çok sık kullandığımız "köngül/gönül" kelimesi şiirden türkülere hikayelere modern pop rock şarkılara kadar bizi çok etkilemiş kadife telaffuzu olan bir sözcük.
                                 
                                                                        -'Aldırma gönül' diyenlere... 
 HAPİSHANE ŞARKISI-5
Başın öne eğilmesin
Adırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma.
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma.
Dertlerin kalkınca saha
Bir küfür yolla Allaha.
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma.
Kurşun ata ata biter;
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma....
                       Sabahattin ALİ
                                EDİP AKBAYRAM
           GÖNÜL DAĞI
Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel  gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar yar oy yar oy yar oy yar oy

Dil gizli gizli dil gizli gizli
Sinemi yaralar yar oy yar oy yar oy yar oy
Dil gizli gizli dil gizli gizli

Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle giden yar oy yar oy yar oy yar oy

Yol gizli gizli yol gizli gizli
Gönülden gönüle yar oy yar oy yar oy yar oy
Yol gizli gizli yol gizli gizli

Seher vakti garip garip bül bül öterken
Kipriklerin ok yar yar cana batarken
Cümle alem uykusunda yatarken
Kimseler görmeden yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy

Gel gizli gizli gel gizli gizli
Hoyratlar görmeden yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy
Gel gizli gizli gel gizli gizli


                                     Neşet ERTAŞ
                        
       GÖNÜL
Nedir bu çektiğim senden
Gönül derdin hiç bitmiyor
Yediğin darbelere bak
Bu da mı sana yetmiyor gönül

Her çiçekten bal alırsın
Her gördüğünle kalırsın
Sen kendini ne sanırsın
Belki bir gün uslanırsın gönül

Uslan artık deli gönül
Bak gelip geçiyor ömür
Uslan artık deli divane gönül

Dünya sana kalır sanma
Geleceği dünden sorma
Her gün gördüğün rüyayı
Aldanıp ta hayra yorma gönül

Hepimiz bir misafiriz
Zaman gelince göçeriz
Ecel acı can alırken
Her şeyimizden geçeriz gönül


                             Orhan GENCEBAY



Hapishane Şarkısı 
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Söz: Sabahattin Ali
- See more at: http://www.insanokur.org/?p=595#sthash.xK85pRhT.dpuf
Hapishane Şarkısı 
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Söz: Sabahattin Ali
- See more at: http://www.insanokur.org/?p=595#sthash.xK85pRhT.dpuf
Hapishane Şarkısı 
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Söz: Sabahattin Ali
- See more at: http://www.insanokur.org/?p=595#sthash.xK85pRhT.dpuf
Hapishane Şarkısı 
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Söz: Sabahattin Ali
- See more at: http://www.insanokur.org/?p=595#sthash.xK85pRhT.dpuf

16 Ağustos 2013 Cuma

Ahmed Arif şiirlerini Leyla Erbil'e yazmış

Edebiyat dünyamızda günün haberi:

Türk edebiyatında en çok baskısı yapılan ve bir kült halinde dizeleri dilden dile dolaşan Ahmed Arif’in 'Hasretinden Prangalar Eskittim' kitabındaki şiirlerin önemli bir bölümünün geçtiğimiz ay kaybettiğimiz ünlü yazar Leyla Erbil’e yazıldığı ortaya çıktı.


“Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini...” diye yazmıştı Ahmed Arif tek kitabına da adını veren ünlü şiiri ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’in son dizelerinde. O gözler geçtiğimiz temmuz ayının 19’unda kapandı. Yalnızca bu şiire değil kitapta yer alan pek çok dizeye ilham veren o gözlerin sahibi ise ünlü yazar Leyla Erbil’di. Edebiyat tarihimizin bu büyük sırrı Ahmed Arif’in Erbil’e yazdığı mektuplarla ortaya çıktı. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Pek çok şiirin ilk dizelerinin ve büyük bir aşkın kaleme alındığı o mektuplar bu ayın sonunda Ruken Kızıler editörlüğünde Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanacak.
Ahmed Arif’in ‘Leylim’ diye hitap ettiği ve bir şiirine de adını verdiği Leyla Erbil son romanı ‘Tuhaf Bir Erkek’i bitirdikten sonra mektupları yayımlamaya karar vermiş. Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’ın da onayı alındıktan sonra çalışmalara başlanmış. Ancak ne yazık ki Erbil kitabını göremedi.



KİTAPTAN

15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim... Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu.
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki...”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri... Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum.
Yarı parçan

                                                                                          15 Ağustos 2013
kaynak: cumhuriyet.com

OTOMATİK PORTAKAL ÜZERİNE

  Kuşkusuz ki Antony Burgess kitabı yazarken Stanley Kubrick de bu harikulade romana harikulade bir film çekerken "Otomatik Portakal"ın kült bir eser olup yıllarca çok okunup çok izleneceğini düşünmemişlerdi.

    Kitap:
   14 yaşındaki kahramanımız Alex; yakın gelecekte bir zamanda , toplumun çürüdüğü, annenin ve babanın sadece anne ve baba unvanına sahip olduğu için içindeki ilkel benliği ile birlikte şiddet ve suç kültürüne kanalize olup yanındaki 3 arkadaşıyla beraber yaşadıkları şehri inim inim inlettiği, gençliğin verdiği o çılgın enerjiyle süt barında kafayı bulup dehşet saçtığı bir ortamda geçmektedir kitap. Sokaktaki yaşlıları, evsizleri dövüp diğer çetelerle savaşmaktadırlar; ancak bunlar Alex ve arkadaşlarını kesmediği için artık daha büyük işler yapmalıdırlar. Zengin bunak "kedili kadın"ın evini soymaya gidip zengin kadını öldürünce bir de yanındaki arakadaşları bile kendisinden nefret ettiği için arkadaşları tarafından ihanete uğrayan, nefret edilen Alex' in hayatı bu noktada değişir ve 1. bölüm burada sona erer.
Alex hapse atılır, yeni İçişleri Bakanının mahkumları ıslah etme projesine seçilir. Pavlov'un köpeği misali suç karşısında koşullandırılır Alex. Kendisine suç unsuru-şiddet,tecavüz,ırkçılık-içeren videolar izletilir hem de en sevdiği klasik müzikle birlikte. Ve bu tedavinin sonucunda Alex bir masum vatandaş olur. Ancak olmaz beyni yıkanan Alex dikiş tutturamaz şiddet görür dayanamaz hastanelere düşer: İçişleri bakanı tarafından şefkat görür kameralar önünde ve Alex başta nasılsa sonda da öyledir; ama bambaşka bir insan olarak.
  Kitap da Burgess deneysel bir dil kullanmış; olayları olduğu gibi aktarmış mekan ve kişi tasvirlerine yer vermemiştir.
  Burgess'in temel amacı devlet-insan, suç-ceza ilişkilerinde devletin hegemonyası, insanın sahip olduğunu sandığı; ama aslında devletin verdiği sınırlı özgürlüğü sorgulamaktır.

   Film: 
    Stanley Kubrick'in en ince işçiliği diyebileceğimiz "Otomatik Portakal" filmi dönemin İngiltere'sinde aylarca kapalı gişe oynamış en sonunda toplumun ayaklanmasından korkularak dönemin yönetimi tarafından taaa ki 90' lı yıllara kadar yasaklanmıştır.Filmin Türkiye' deki gösterim tarihi de 1995'tir.
   Filmde romandakinin tersine mekan tasvirlerine çok önem verilmiş, 2013 gözünden bu 1971 yapımı film izlendiğinde kostümler ve mekanlar hala normal olamamış ki gözümüzde post-modernizm algısını yaratmaya halen devam etmektedir.Deney sürecinde Alex'in gözlerinin zorla açık tutularak izletilen şiddet sahneleri hem Alex'e hem de seyirciye uygulanmış ağır zihinsel şiddet sahneleridir. Yer yer hızlandırılmış ve yavaşalatılmış sahneleri de filme güzellik katmaktadır.
Zaten yapılmış en iyi filmlerden birisi olan "Otomatik Portakal" üzerine çok fazla bi'şey söylemeye de hakkımız yok sanırım.
Fragman:

  
   Peki neden bu kitabı okumalı, bu filmi izlemeliyiz ?

Önemli bir distopik eser olan "Otomatik Portakal" yakın gelecekte totaliter rejimlerin insan üzerinde kurabileceği baskıyı sınırı olmadan anlatan bir eser. Distopya'nın "ata"sı sayılan Yevgeni Zemyatin'in "Biz"ine selam çakarak hapishaneden itibaren Alex'in isminin 665321 olması, ilk bölümde Alex'ten nefret ederken 2. bölümde canınızın acıyor hale gelmesi, bir anti-kahraman filmi izlemek isteyenlere hitap etmesi, insanın kendi özgürlüğünü sorguluyor olması, Alex'in hastaneden çıktıktan sonra eve geldiğinde anne ve babasının eve kiracı olarak kendisinin "iyi huylu"sunu almasıyla bir nevi Jack-Tyler türevi bi ilişkiyle 70'li yılların "Dövüş Kulübü" olması sebebiyle, insanı rahatsız etmesiyle, Pavlov'un köpeğine uyguladığı "klasik koşullanma" deneylerinin en vahşicesinin insana uygulanmasıyla, uyguladığı şiddetin sonra kendisine uygulanmasıyla şiddetin toplumsal olduğunu anlatmasıyla, Alex'in hapishaneye kabul edilişindeki memurların abartılı davranışlarıyla devlet bürokrasisine yapılan eleştirisiyle, kitap ve filmin güzel uyumuyla sonuna kadar okunması gereken bir kitap, göz kırpmadan izlenmesi gereken bir filmdir.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

GORKİ'DEN



   "Gelişim, insanın kendini avutması için icat edilmiştir.
Hayat, akla aykırı ve anlamdan yoksundur.
...
   Hayatımızı işlerimizi kolaylaştırmak isterken yaşamı karmakarışık hale getiriyor, çalışmalarımızı çoğaltıyoruz.Fabrikalar ve makineler hep daha fazla makine yapmak için çalışıyor.Bu ise saçmalıktır! İşçilerin sayısı gün geçtikçe artıyor, oysa buğday üretimi için gerekli olan sadece köylülerdir.Buğday insanın emeğiyle doğadan alabileceği tek şeydir.İnsanın gereksinimi ne kadar az olursa o denli mutlu olur.İstekleri ne kadar fazla olursa özgürlüğü o kadar kısalır."
 Benim Üniversitelerim-M.GORKİ


2 Temmuz 2013 Salı

ELEŞTİRİ: SUPERMAN-MAN OF STEEL

  

   1938'den beri kendisi dünyalı olmasa da dünyamızı kötülerden koruyan kırmızı külotunu daima pantolonunun üzerine giyen kırmızı pelerinli kahramanımız Superman'ımızın 75. seneyidevriyesine hep birlikte eriştik.
   75. yılında çekilen  "Man of Steel" filminden önce son klasik Superman olan 2006 yapımı büyük başarısızlık diye adlandırılan "Superman Dönüyor"a bakmak faydalı.
    Ondan önceki filmlere zaten yorum yapmaya gerek yok C.Reeve'in oyunculuğu ve ilk uyarlama olması sebebiyle 1978-87 arasındaki Superman filmlerine zaten saygımız büyük.
   Gelelim bundan sonra 19 sene beklenilip çekilen 2006 yapımı "Superman Dönüyor"a.Bu filmde Superman'e hayat veren Brandon Routh'un o döneme kadar ki en ciddi yapımıydı bu film.Filmde hayat verdiği Clark Kent kıyafet ve duruşuyla klasik tarzda bir Superman'dı. Filmde klasiğin dışında olan tek şey ise Luıs Lane' nin evli ve çocuklu olmasıydı belki de.
   İşte bu 5 filmi Superman'ın klasik dönemi adlandırabiliriz; çünkü son film apayrı bir çizgiden başlamış bulunmakta ve bi nevi modern Superman yorumu olarak adlandırabiliriz.
   Neden peki modern Superman ?
   Öncelikle "Man of Steel"de yani "Çelik Adam"da Superman'ın kıyafetinin en karakteristik parçalarından birisi olan kırmızı külot yok. Hımm bence iyi de olmuş. Bu kıyafet gayet demode olmuştu ve yeni bir yoruma zaten ihtiyac vardı.
Kakülsüz ve kırmızı külotsuz Superman

   Bunun sebebi de projenin başında son "Kara Şovalye" efsanesinin yaratıcısı olan Chrıstopher NOLAN'ın olması. Kıyafet yeniden yorumlanarak adeta zırha dönüştürülmüş, yine bir Superman klasiği olan kıvrımlı kakülde kaybolmuş ki bu da doğru olmuş; o külot kalktıysa kakül de kalkmalıydı zaten.
   Oyuncu kadrosu olarak 2006'daki başarısızlıktan sonra (Bence çok büyük bir başarısızlık değildir, daha ince ayrıntılarla üstüne gidilseydi daha başarılı bir 2. film olabilirdi.) kadroya sağlam yatırım yapılmış: Russell Crowe(Jor-El, Superman'ın babası), Kevın Costner(Jonathan Kent, babası), Mıchael Shannon(General Zod, Superman'ın Kripton gezegeninden gelen düşmanı).
   Başrollerden ise açıkcası o kadar emin değilim.Çoğu kişinin şimdiden tüm zamanların en iyi Superman'ine aday gösterdiği Hanry Cavill'in, İffet dizisinden tanıdığımız İbrahim Çelikkol'dan hallice olması, film boyunca karaktere kendisinden bi şey katmamış olması(Rolü yorumlayan kesinlikle C.Nolan), Superman'ın klasik uçuş hareketini bile acemice yapmış olması(Görsel efektler olmasaydı kesinlikle sırıtırdı.) ben de çok olumlu bi izlenim bırakmadı. Keza Amy Adams'ın sırıtması da filmin başarısının yapımcıya, yönetmene ve güçlü yardımcı oyuncu kadrosuna bağlamamıza neden oluyor.
   Hollywood'un süper kahraman filmlerindeki moda akımı olan kahramanın tarihsel köklerine dönüş "Çelik Adam"da da başarıyla uygulanmış; babası Jor-El tarafından, yok olmakta olan Kripton gezegeninden dünyaya gönderilen Kal-El'in yani Superman'ın Kent ailesi tarafından büyütülmesi, okuldayken Clark'ın mucizeler göstermesi gibi sahneler filmin başından geri sarmayla oluşan klasik flash-back'ler yerine kısa sekanslarla izleyiciye yansıtılması oldukça başarılı olmuş ve filme hareketlilik katmış. General Zod'un yeni bir gezegen kurmak istemesi ve Kal-El'den hem intikam alması hem de kodeksi (kriptondaki doğmamış çocuklar) istemesi sebebiyle dünyaya saldırması da gayet başarılı ve tutarlı bir neden olarak duruyor.
   Filmdeki görsel efektler gayet başarılı. Superman, babası veya General Zod ile konuşurken bir şeyler anlatırken arka planda da görsel efektlerle desteklenmesi oldukça başarılı olmuş.
   Ama filmdeki fazla "Star Wars"vari uzay gemili, lazerli hava özentilik sayılabilecekken Supermen'in kökenindeki Kripton gezegeni durumu kurtarıyor.
Kelepçeli Superman
   Filmdeki Loıs-Clark ilişkisi de sondaki klasik Hollywood öpüşmesini saymazsak arka palnda kalıyor; yani çok güçlü bir aşk havası yok; ama aşk kokusu var.
   Düşmanlarını pek de öldürmeyen Superman'ın final sahnesinde insanları kurtarmak için General Zod'u trajik biçimde öldürmesi ise yönetmen Zack Snyder'in başarısına başarı eklemiş.
   Her ne kadar yönetmenin başarısı olsa da Chrıstopher Nolan'ın filmdeki etkisi bariz ortada.
Superman'ın zırhı-klasik maviden oldukça uzaklaşılmış

   "Batman" serisindeki gitgide karanlıklaşan süper kahramanımıza "Superman" serisinde de şahit olmamız muhtemeldir. Son film "Kara Şovalye Yükseliyor"da Batman'ın kötü adam Bane'den acımasızca dayak yemesi sahnesi Superman'da ise elinde kelepçeyle dolaşması sahnesi, karakterlerin yeniden yorumlanışı, başrollerin oldukça kaslı olması, kıyafetlerin neredeyse zırha dönüşmesi (hatta Batman'da Betmobil'in tanka benzemesi), kahramanların tarihsel köklerine atıflar, insani tarafları, zaafları, zaman zaman kaybetme duygusuna bürünmeleri bizim süper kahrama filmlerinde pek de alışık olmadığımız; ancak C.NOLAN'ın serilerinde gördüğümüz bir durum.
   Biraz olumsuz yanları olsa da çocukluğumuzun kahramanlarından birisinin daha böyle başarılı uyarlanması beyazperdede olması C.NOLAN'ın başarılı yorumuyla bizi pek de mesut etmiş bulunmakta ve serinin 2. filminin yolunu gözlemekteyiz.

26 Haziran 2013 Çarşamba

90'LAR BAŞLIYOR


Çocukluğumuzun yani başarılı sloganıyla "SOKAKTA OYNAYAN SON ÇOCUKLARIN DİZİSİ" 90'lar bu akşam başlıyor. Ne diyelim hayırlı uğurlu olsun, umarız fragmanları kadar başarılıdır, beklentilerimizi karşılar ve uzun soluklu olur. Heyecanlıyız :)))

Sinema TV - Yeni Logolar

D-Smart'ta severek izlediğim Sinema Tv'lerin logosu değişeli yaklaşık 25 oldu. Çoğu değişiklik gibi ilk başta yadırgayacağım için  gözümün alışmasını bekledim yorumlamak için. Ama içime hala tam olarak sinmiş beğenebilmiş değilim. Sadece HD yazısının ekranın sol alt köşesinde olması hoş olmuş.Yoksa şu "sinema" yazısını biraz bilgisayardan grafikten anlayan herkes yapabilir. Genel hoşnutsuzluğum ise "sinema" yazısından sonra gelen kanal adlarını belirten renklerde.


Bu sarı tv yazısı fazla göze batıyor ve güzel değil.


Alelade bir "sinema" yazısı ve fosforlu 2


Ailenin turuncusuna da "eh işte diyelim" yine.


1001' in fosforlu yeşili de yine 2'nin fosforlu sarısı gibi göze batıyor.
 Sinema tv'leri D-Smart'tan takip ettiğim için ve D-Smart'ta da Sinema Tv AŞK ve AKSİYON olmadığı için o kanalların logolarına yorum yapamayacağım.
 Eski logoları madem değiştirmek istemişti kanal yöneticileri keşke daha iyisi olsaydı eskisinden. Film kanallarında şeffaf logolar olması gerektiğini düşünmüşümdür hep; ammavelakin kanal 2 ve 1001'in logolarındaki fosforlu renkler gerçekten kötü duruyor. Ne diyelim eskisi geri gelmeyeceğine göre biraz alışmaya çalışacağız, biraz da logolora pek fazla bakmayacağız.

HIZLI OKUMA TEKNİKLERİ

 Hep büyüklerimiz tarafından söylenmiştir bize okumayı öğrendiğimiz ilk zamanlardan itibaren,"Aman çocuğum, tane tane yavaş oku!" diye işte o yüzden toplumumuzda yavaş okumanın geçer akçe olduğu yönünde yanlış bir algı var. 
 En başta biz nasıl okuyoruz, hızlı okumanın mantığı nedir ?
 Bu sorunun cevabı basit: Biz soldan sağa doğru kelime kelime okuyoruz.
 Hızlı okumada ise göz önce satıra sonra paragrafa sonra da sayfanın tamamına odaklanıyor. Gerçekten hızlı okuyan birini görürseniz o'nun sadece sayfaları çeviren bi şapşal olduğunu zannedebilirsiniz ilk başta.
 Peki hızlı okuma için neler yapabilirsiniz ?
Mesela bunun bir kursuna gidebilirsiniz.
İnternette çeşitli sitelerde çeşitli alıştırmalar var, onları yapabilirsiniz.
Çeşitli yazılar var, bu yazılarda söylenenleri uygulayabilirsiniz.
İşte benim de size söyleyebileceğim birkaç alıştırma, bakalım nelermiş onlar:

1-Önce elimize kalınca bir kitap alıyoruz bu kitabın sayfalarını yukarıdan aşağıya 2 dakika boyunca göz gezdirerek sayfalarını çeviriyoruz.

2- Bu sefer elimize aldığımız kitabın sayfaları arasında gezinirken elimize bir kalem alıyoruz ve kalememizle satırların altını çizer gibi göz gezdiriyoruz.

3- Gözümüzle iki nokta belirliyoruz. Duvarda olabilir, masanın üstünde olabilir. Bu iki nokta arasında sürekli gözümüzü gezdiriyoruz hızlı biçimde.

4- Şimdi ise elimize bir kalem alıyoruz Bir de arka planda mesela duvarda bir nokta belirliyoruz. Daha sonra ise hızlı biçimde önce kaleme sonra da belirlediğimiz arka palndaki noktaya bakıyoruz.

  İşte alıştırmalarımız bunlar. Bu alıştırmaları 2 dakikadan 4-5 kez yaparsak günde ve 21 gün boyunca da sabredip devam edebilirsek sonuç gerçekten çok şaşırtıcı olabilir. Okuma hızınız önceki hızınızın 2 katına çıkabilir; anlama oranınız ise % 15 ile % 30 arasında artış gösterebilir.

                                                           O zaman şimdiden kolay gelsin :)))


NOT: Bu çalışma şekilleri Kişisel Gelişim Uzmanı Ziya Baran'ın seminer notlarından derlenmiştir.