25 Haziran 2016 Cumartesi

BAŞKA- ÜMİT BESEN




http://www.yenisarkisi.com/wp-content/uploads/2016/06/umit-besen-2016-300x300.jpg
  80'ler deyince akıllara kazınan hit parçalardan "Nikah Masası, Okul Yolunda, Islak Mendil" gibi şarkıların sahibi, nahif ve beyefendi kişililiğiyle her zaman ön planda olan Ümit Besen, 23 Haziran itibariyle "Başka" isimli son albümünü yayınladı. Albümün adı "Başka" çünkü hakikaten bu albüm bir başka. Bir rock'çı  olarak karşımızda Ümit Besen. Altyapıları harika bir albüm var karşımızda. Kendi söylediği şarkılar ve  düetlerde çok başarılı olmuş. Tek başarısız olan şarkı Bora Duran ile yapılan Nikah Masası. Bora Duran albümde aranjörlük yaptığı için bu efsane şarkıyı kendine ayırmış ama olmamış. Sarp'ın 2000 yılında cover'ladığı Nikah Masası'nın  yanına bile yaklaşamamış. Oysa bu efsane şarkıda kulaklar bir Tarkan bir Şebnem Ferah arıyor. Onun dışında, Cem Adrian-Islak Mendil, Okul Yolunda-Feridun Düzağaç, Seni Unutmaya ömrüm Yeter mi ?- Pamela, Bir Anda- Pinhani düetleri çok güzel. Hele ki Pamela düeti en harikası olmuş.
Tek söylediği şarkılarda ise Aşk Durdukça, Yokluğunda, İstanbulda Sonbahar, Hatıralar çok güzel omuş.
 Çok dalga geçilen 80'lerin içinden gelip günümüzün alt yapılarına, şarkılarına hiç sırıtmadan evrilen ve başarıyla bu işi kotaran sanatçı, akıllara rahmetli Müslüm Gürses'i hatırlatıyor. Dile kolay neredeyse 40 yıla yakın zaman ve 3 kuşağa hitap etmek muazzam bir başarı.
 Severek dinlenilesi çok güzel bir albüm olmuş. Ağzına sağlık Ümit Besen.
Ümit Besen & Pamela- Seni Unutmaya Ömrüm Yeter mi ?  



22 Haziran 2016 Çarşamba

Edebiyatın Üstüne Basıp Geç

Edebiyat dergiciliğinin iniş çıkışları içinde kelebek güzelliğine sahip olmakla yetinmeyip yayımladığı derginin ömrünü uzun mu uzun düşünen, dolayısıyla yaptığı işi daha baştan gerçekten ciddiye alan dergicilerin sayısı çok değil. Alınan bütün yollara rağmen hâlâ kısıtlı kalan yayıncılık dünyamızda bir edebiyat dergisinin ömrünü uzun tutmak için hem içeriği sağlam ve kalıcı tutmak gerekir hem de ona nitelikli bir biçim vermek. Belli bir periyot içinde sürekli yenisi yayımlanan derginin her sayısının ilgi çekici olmasını sağlamak, okurun ödediği paranın karşılığını pırıl pırıl biçimiyle de aldığı bir dergi yapmak.
Peki son zamanlarda nitelikli edebiyat dergilerini bulundukları yerden ite kaka uzaklaştırmaya başlayıp ortalığı kaplayan tuhaf dergiler topluluğunun bu anlattıklarımız içindeki yeri nedir? Onlar da edebiyat dergisinden sayılıyor. Tümü birden her ay neredeyse yüzlerce edebiyatçı-yazarı konuk ediyor. Popüler olmaya çalışıyorlar ve daha çok okura ulaşmak için büyük bir yarış içindeler. Birdenbire, pıtrak gibi nereden çıktı bu dergiler, gerçekten şaşırtıcı.
Yolun başında Ot var. (Ondan önce Öküz ve Hayvan vardı ama onlar ayrı hikâyeler olarak uzakta kaldı.) Sonra ötekiler ondan çıktı. Ne oldu da bir dalga suyun üstünde kalanları kıyıya vuruverdi. Öyle görünüyor ki, siyasetin, popüler kültürün ve paranın bir araya gelerek oluşturduğu tuhaf bir piyasa oluştu. Bu dergiler arasında siyasal bir çevrenin sahipliğinde olan da var, kendini kadın dergisi olarak tanımlayan da, epeyce hırsla öne atılma güdüsü içinde yaşayan da, edebiyatı tuhaf bir yozlaşmaya uğratan da var da var.
Kapağa Frida Kahlo’nun kült resmini çıkarıp, “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” başlığını atınca, birçok tavır bir anda verilmiş oluveriyor. Sonra okuru canevinden yakalayan yazarları, şairleri, sanatçıları ön ve arka kapaklara yerleştirmek gerekecek. Ve bütün kapaklarda elli yıl öncenin kara-çizgileri. Bunu ötekiler yapıyorsa sen de yapacaksın, yoksa yarışta geride kalırsın. İlle de Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Veli, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Tezer Özlü, Neşet Ertaş, Müslüm Gürses, Ahmet Kaya... âdeta baş döndürüyor. Kafka da olmazsa olmaz, bilen bilir, onun satışı garantisi hep vardır.
Peki okur, derginin içinde, kapağa çıkarılan yazar ya da şairle ilgili ne bulacaktır? Bir, belki iki yazı, o kadar. Çünkü vitrindir onlar, sevenleri hep bulunur. Sonra da her sayfada tanıdık bir ad. Popüler olmak için zorunludur bu. O yazarlardan da vapurda, otobüste ya da yürürken çabucak okunan yazılar yazması beklenir. Bu dergilerde yayımlanan yazıların kalıcı olacağını, yazarlarının o yazıları neden sonra kitaplarına alacaklarını düşünebiliyor musunuz? Ben sanmıyorum, bir edebiyat okuru olarak yapmamalarını da beklerim.
Popüler olmanın iki ucu var ve ikisi de berbat değil. Biri olumlu anlamda yaygınlık kazanmayla anlatılabilir ama öbürü fena. Sözgelimi bu ülkede en çok satılan roman, Yaşar Kemal’in ölmez eseri ‘İnce Memed I’dir. Belki herkes ‘İnce Memed’in yayıncısı olmak ister ama varsa yoksa hemen çok satmak. Elif Şafak’ın ‘Aşk’ romanı bir yılda neredeyse bir milyona yakın satıldı. Büyük iş. Ahmet Altan’ın yeni romanı da birkaç ayda yüz binden çok satılıverir. Ama kırk yıl sonra da satılır mı Ahmet Altan’ın o romanı, bunu kimse söyleyemez. Oysa ‘İnce Memed’ altmış yılda en çok satılan roman oldu ama yüz yıl sonra da okunmayı sürdüreceğini pekâlâ söyleyebiliriz.
Bu dergilerin yarattığı ortak dil, sözde sokak dilinden geliyor. Aslında bu dil, lümpen dili. Bu dile de zorunlular. Mizah dergilerinden, Öküz’den, Ot’tan gelen bir dil bu. Gırgır dergisi zamanında toplumsal ve siyasal bakımdan büyük bir işlev görürken karikatür sanatını sanat olmaktan çıkarmıştı. Aslında tipik bir postmodern kültür karşılığıydı Gırgır. Herkesin yaptığının karikatür olduğu düşüncesi böylece kök saldı. Bu ‘popüler edebiyat dergileri’ de yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açmaya çalışıyor. Açılan boşluğa koşan sayısız yazar nasıl olsa var. Popüler olanın temiz ucunu işe yaramaz gördükten sonra ister istemez sokaktaki insanı en zayıf yerinden yakalamaya çalışırsın.
 “Herkesçe paylaşılmak için üretilen kültür ürünü pornografiktir” diyor Adorno. ‘Popüler edebiyat dergileri’nin ürettiği her şeyin herkesçe paylaşılmak bir yana, bir adım daha öne geçerek herkesçe yapılabilir olduğu düşüncesi de pornografinin aslında nerelerde aranması gerektiğini gösterebilir.
Peki bu dergiler niçin hep aynı tezgâhtan çıkıyormuşcasına birbirine benziyor? Aynı kâğıt, aynı baskı kalitesi, aynı kapak anlayışı, aynı iç sayfa düzeni, aynı başlık ve spot yaklaşımı, aynı renk kullanımı ve aynı dil. Sayfalardan fışkıran uyumsuz renk cümbüşü. Bu dergilerden birinin altmış sayfasında kaç renk olduğunu sayabilir misiniz? Yüzlerce. Bu kitsch tasarım anlayışının belli ki kolaylığı da var, bilgisayarda yaparken düşünmenize gerek yok. Her yazının altına renkli bir zemin, boş bulduğunuz alanlara farklı renkler.
Popüler kültür her şeyi birbirine benzetmeye çalışır, bunu amaçlar. Aynı kulvarda bulunanları ortak olana benzemeye koşullar. Çünkü sürüden ayrılan atların vurulacağını düşünür, korkar bundan.
Gene de edebiyat dergisinin aynı zamanda bir estetik nesne, dolayısıyla kapağından içine varıncaya dek nitelikli bir tasarım ürünü olduğu anlayışını yerleştirmeye çalışan dergicilerin on yıllardan beri harcadıkları emekle açılan yolun bu kadar hoyratça geriye çevrilmesini kabul etmek zor.
Peki bu dergilerde yayımlanan metinlerin gerçekten edebiyat metinleri olduğu söylenebilir mi? Bir ay boyunca sayılamayacak çoklukta öykü yayımlıyor bu dergiler. İzlenimlerin, duyguların, düşüncelerin, acıların ve hüzünlerin içten geldiği gibi dışavurulduğu öykülerin yazınsal ölçütlerle değerlendirilmesi neredeyse olanaksız. Sağanak gibi gelen ağdalı, süslü sözler yazılanların belirleyici özeliklerinden. Süslü dilin edebiyat dili olmadığı, bayağılık olduğu demek yeterince anlatılamadı. Herhangi birinde yayımlanan bütün öyküleri okuyunuz, aklınızda ne kalıyor, gerçekten bir edebiyat metni okuduğunuzu düşünüyor musunuz, deneyebilirsiniz.
Geniş bir okur çevresine her ay ulaştıkları düşünülürse, bu dergilerin edebiyatın bu olduğu yanılsamasına güç verdikleri kuşkusuz. Piyasanın ve popüler kültürün açtığı yaralardan sonra buna katlanmak epeyce zor.
Amentüleri şu: Okur bu yazılanları seviyor, biz de okuru seviyoruz. Sürekli nitelikli edebiyat vurgusu yapan elitist edebiyatçıların karşısına bütün yazanların önünün açıldığı bir demokratizm çıkarılmış oluyor. Böylece popüler olana büyük değer, hatta misyon. Alkışlanacak mı?
Oysa aşağı kültürün demokratik sayılması, sonunda kültürün sonsuz yenilgisine giden bir yanılsamadır. Böylece okur sayısı artacak, edebiyat yaygınlaşacak sanılır. Oysa 1 liraya kitap satan yayıncıların ne edebiyata, ne kitap okurluğuna bir liralık katkısı oldu. Kötü olanı aslının yerine geçirir, arabeske yüksek kültür muamelesi yaparsanız, nitelikli olana yüz vermeyenlerin sayısını çoğaltırsınız.
Piyasa dergileri coşkuyla yaşanan bir partinin sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış görünüyor. Çırılçıplak soyunmuş, giysilerini aynaların üstüne atmışlar. Ama onların ortak eğlencesi buradan farklı görünüyor. İçerdekiler ne yaptıklarının farkında mı değil, yoksa inandıklarının şehvetini mi yaşıyorlar? Kendi piyasa kültürlerinin yaratıcısı olmaya başladıklarını düşünüyorlar belki ama o piyasa kültürünün öznesi olmak hiçbir zaman onlara düşmez.
Niteliksiz olanın, popüler kültürün yelkenlerini şişiren yönü belirsiz bir rüzgâr esiyor şimdi. Dindiğinde arkada bir enkaz mı kalacak? Gören görüyor ama oralarda yazanların çoğunluğu görmüyor ki yelkenlere üfleyip duruyorlar. Ciddi bir kültür sorunu bu.
                                                              Radikal Kitap/Semih GÜMÜŞ

 http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/edebiyatin-ustune-basip-gec-434257

19 Haziran 2016 Pazar

BABABABALAR GÜNÜ!

Ne zamandır yazmıyorum, yazmak istiyorum ya da istemediğim de oluyor. Üşendiğim de oluyor; okuyup izleyip biriktirdiğim de. Netice de dolmuş taşmış bir bir yazar değilim. Nacizane bir blog yazarıyım. Ancak bugün yazmadan duramadım.
 Evet, bugün Babalar Günü. Bizim en kıymetlilerimizden olan canlarımızın günü. Kutlayalım, nitekim kutluyoruz da fakat gözümüze sokmayalım. Sinirliyim ve kızgınım. Yazıma bir giriş yapamayacak kadar hem de. Sabahtan beri sosyal medya hesaplarımda bir yapış yapış, bir vıcık vıcık Babalar Günü kutlama ve anma etkinliği var. Methiyeler düzüp dünyanın en kıymetli ve adam gibi adam(!) babasının kendilerinde olduğuna dair açıklamalara girişmiş durumda arkadaşlarım. Özellikle gitgide lümpenleşen Facebook bu konuda başı çekiyor.
 Yahu ayıptır, el insaf! Babası olmayanlar var orada. Babasını küçük yaşta trajik biçimde kaybedenler-ki baba kaybı nasıl olursa olsun illa trajiktir- ya da babasını hayatında hiç görmeyenler var. Veyahut hayatında evlat sevgisi yaşayamamış insanlar var. Çok şükür babam sağ. Birçok arkadaşımın babası da sağ. Allah'ta uzun ömürler versin ammavelakin bu açık ve net görgüsüzlüktür.
   Evet, babaları müthiş insanlar bu arkadaşlarımın; ancak keşke o müthiş babalar, anneler - anneler gününde de müthiş anneler- bu arkadaşlara biraz görgü ve empati öğretselermiş. Çağımızın müthiş kavramlarından birisi de "empati" halbuki. Sorsan herkes sadece kendi çevresine değil, tüm dünyaya empati ile bakıyor. Çin'deki köpek festivaline karşı çıkıyor, Arakan müslümanlarına üzülüyor, Orlando vb. katliamlara karşı çıkıyor. Hepsi reklam, hepsi gösteriş!!
  Hepsi basit birer sempatiden, "Ay canım, vah vah!" duygusundan ibaret. Çoğunun Babalar Günü paylaşımları da samimi değil; diğer birçok paylaşımları gibi. Ancak özellikle Facebook'un iyice bir mahalle ortamına ve dönmesiyle insanlar da eşine, dostuna-küs olup da arkadaş sayısı düşmesin diye arkadaşlıktan çıkarılmayan-akrabasına inat ultra-mutlu görünüyor. Yiyor, içiyor; kocasıyla mutlu; çocuğu desen dahi; karakteri zaten evliyalık! mertebesinde ve hep nedense o sırtından vurulmuş; kimseyi satmamış, satılmış; aşkların en yücesini yaşayıp sevdi mi tam sevenlerden olmuş!
 Bu çılgın gösteriş ve riyanın ortasında izleyip gülmemek elde değil. Çoğunlukla gülüyorum da zaten. E sinir olduysan kapat kardeşim feys'ini de diyebilirsiniz; ancak sevdiğim futbol takımını; sevdiğim bir sanatçının konserini, yeni albümünü; ya da sevdiğim bir dostumun sahici mutluluğunu da görmek de istiyorum. İnsanlara da saygı duyuyorum alabildiğine; ancak böyle günlerde en azından dilimizden düşürmediğimiz "empati" kavramına müdahil olabiliriz biraz. Onu da boşver İslam dinindeki en manevi aydayız. Nefsimizi köreltmenin hazzını yaşamaya çalıştığımız zamanlardayız.
 Esas sorun bence şu: İnsanlar, ellerindeki makineler kadar zeki değil !