29 Aralık 2015 Salı

Karamazov Kardeşler'den...

İnsan varlığının en soylu yanı maneviyat inkar ediliyor; zaferle, hatta nefretle reddediliyor. İnsanlar hele şu son zamanlarda bir özgürlük teranesi tutturdular; neymiş bu peşinden koştukları özgürlük? Yalnızca esirlik ve kendini kıymadan ibaret! Çünkü insanlar "İhtiyaçlarını temin etmeye bak, sen de en yüksek, en zengin kişilerle aynı haklara sahipsin." inancına saplandılar. "İhtiyaçların giderilmesi konusunda hiç çekinme, hatta isteklerini alabildiğine arttır!" Bugün herkesin dilinde bu var, özgürlük böyle anlaşılıyor. İhtiyaçları alabildiğine genişletmek hakkı neler doğurur? Zenginleri yalnızlığa ve manevi çöküntüye, yoksulları kıskançlığa, suç işlemeye götürür. Çünkü hak bağışlanırken ihtiyaçların giderilme yolları gösterilmiş değildir. Güya mesafeler kısaltılmakla düşüncelerin havadan iletilmesiyle insanlar birbirine yaklaşır, kardeşlik bağları güçlenirmiş...İnsanların bu türlü birleşme araçlarına inanmayın. Özgürlüğü ihtiyaçlarını gidermeye ve genişletmeye yarayacak bir araç saydıkları için yaratılışlarına zıt giderler, anlamsız, ahmakça istek, alışkanlık ve ipe sapa gelmez hayallere yer verirler. Sırf karşılıklı kıskançlık, şehvet ve kibir için yaşarlar. Ziyafetler, gezip tozmalar, arabalar, rütbeler, buyruk kulu uşaklar öyle önemli bir ihtiyaç sayılır ki uğruna hayat, onur insanseverlik her şey feda edilir. Bunları sağlayamayınca kendine kıyanlar bile olur. Zengin olmayanlar arasında da aynı şeylere rastlanır. Yoksul tabaka ulaşamadığı isteklerini, kıskançlıklarını şimdilik sarhoşlukla körletir. Ama pek yakında şarap yerine kanla sarhoş olacaklar, gidiş o gidiştir. Sorarım size:
Böyle insan özgür olabilir mi ?

(Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, s.418, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul,2014)

23 Aralık 2015 Çarşamba

Eleştiri: Elveda Güzel Vatanım

 

  Kanın, gözyaşının,devrimlerin ve savaşın yüzyılı hiç kuşkusuz 20. yüzyıl. Ve bu yüzyılın başında yıkılmaya yüz tutmuş, köhne bir imparatorluk ve bu imparatorluğun vatansever subaylarının kurduğu bir cemiyet: İttihat ve Terakki Cemiyeti.
 20. yy. ın başına, Osmanlının son dönemine damga vurmuş bu cemiyet ve dönem deyince aklımıza birçok isim, konu ve kavram gelir: Enver, Talat, Cemal, Resneli Niyazi, Yakub Cemil, Cavit Bey, Kara Kemal,Ahmed Rıza; II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi, Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı, I. Dünya Savaşı; meşrutiyet, hürriyet, eşitlik,kardeşlik, vb.
 Fırtınanın, buhranın kasıp kavurduğu bu dönemi 4 yıllık araştırma süreciyle, titiz işçiliğiyle "Elveda Güzel Vatanım"da, polisyenin ustası Ahmet Ümit anlatıyor. Bu karmaşık dönemin altından ve bu saydığım konu, kişi ve olaylardan daha fazlasını 526 sayfalık romanına sığdırmış yazar. Bu dört yıllık araştırmasının ardından da romanın sonuna muazzam bir kaynakça koymuş.      
  Romanımızın konusuna gelirsek ikisi de Selanikli olan Ester ve Şehsuvar Sami'nin aşkının kırılma noktası olan İttihatçılığı seçmesiyle başlayan olaylar anlatılıyor. Ester ülke yangın yeriyken yazar olmak isteyen Şehsuvar'a Paris'e gitmeyi teklif eder; ancak Şehsuvar bunu kabul etmez. İttihat ve Terakkinin gözde bir fedaisi olur. İstanbul'da, Trablus'ta çarpışır. İttihat ve Terakkinin dağılmasıyla Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla İstanbul'dan silah kaçırarak bu mücaeleye destek verir. Tutuklanıp Malta'ya sürgüne gönderilir. Cumhuriyet kurulur. Eski İttihatçılar Gazi Paşa'ya bir suikast girişiminde bulunurlar ve ülke bir anda eski İttihatçılar için yangın yerine döner. Takipler, tutuklanmalar birbirini izler ve kahramanımız Şehsuvar korktuğu için dönemin gözde oteli Pera Palasa yerleşir. Eski İttihatçılar kendisiyle iletişime geçer, ancak kime inanacağını şaşırmıştır Şehsuvar. En son bir tuzaktan da sağ çıkar ve artık yolun sonuna geldiğini anlar. Bir sürü can almış Şehsuvar son olarak da kendi canını alır
 Yazar Ahmet Ümit her zaman karakterlerinin gerçekçi olmasına dikkat eder. bu romanında da böyle. Şehsuvar'ın ruhundaki bütün dalgalanmaları çok net biçimde görebiliyoruz. Fedai olmak yerine yazar olsaydım Paris'e gitseydim hep aklında. Keza Ester'in de hoyratlığı, inatçılığı, kafasına koyduğu için kalkıp Paris'e gitmesi de. Tahttan indirildikten sonra Abdülhamit'in müşfik ve babacan olması da karakterlerin gerçekliğini yansıtıyor. 
  Romanda 1906-1926 yılları arasındaki 20 yıllık dönemi Şehsuvar'ın Ester'e yazdığı mektuplardan öğreniyoruz ki Ahmet Ümit romanlarında her zaman aşk ve insan ön plandadır. Öyle fırtınalı bir 20 yıldır ki Şehsuvar yaşadıklarından sonra adeta hayat yorgunudur, yorgun fedaidir.
 Ahmet Ümit anlatımda yine esnekliğini ve zekasını göstermiş, romanı mektuplar aracılığıyla  tarih içinde tarih anlatarak biz sunmuştur, kahraman bakış açısyla ki mektup olduğu için yazılanlar da ne abartılı bir dil vardır ortada ne de romancıdan çok tarihçiye kaçan yargılar. Yazar sadece anlatmış, olayların yorumunu okuyucuya bırakmıştır; ancak yine de Enver'in hayalciliğini, Mustafa Kemal'in gerçekçi ve kahramanlığını anlayabiliyoruz romandan. Anlatım oldukça başarılı dil de yine oldukça açık ve anlaşılırdır. Yalnız tek kusur noktalama yanlışlıkları. Everest Yayınlarının editörleri daha dikkatli olmalılar; ne...ne bağlaçlarındaki virgüller, şart ve bağ-fiil eklerinden sonraki virgüller; noktalı virgülün yokluğu sebebiyle zaman zaman karışan cümleler vs. 
 Romanın ana izleğinde doğu-batı, birey-toplum çatışmasını da rahatlıkla görebiliriz. Çünkü o dönemin Selanik'i Osmanlı'nın en özgürlükçü şehridir. Ester de bu özgür şehrin Yahudi kızı. Şehsuvar ise müslüman. Şehsuvar aşkı yerine vatanını, milletini(toplum) seçmiş, Ester ise kültürel anlamda batıya yakın olmasıyla Paris'e gitmiştir, kendisini(birey) seçmiştir. 
 Ahmet Ümit romanlarının olmazsa olmazı cinayet ise bu romanda aramıza çok geç katılıyor. Eski İttihatçı Cezmi'nin öldürülmesi ile Şehsuvar cinayetin üstüne yıkılacağı korkusuna kapılıyor ve pek de güvenmediği eski bir arkadaşı Mehmed Esad'la yakınlaşıyor; ancak eski dostu Fuad artık cumhuriyet için çalışmaktadır ve Şehsuvar'ı kurtarıyor. Ancak çok da gerek yoktur, zaten bariz bir cinayete; çünkü kahramanımızın anlattıkları oldukça polisiye içermektedir. 
 Polisiye demişken 1926'da Pera Palasta kalan Agatha Christie'yi de romana dahil ederek yazar, polisiyeye adeta saygı duruşunda bulunuyor.
 Yazarın "Sultanı Öldürmek" romanındaki geriliminden sonra pek de tatmin etmeyen "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi" kitabından ardından "Elveda Güzel Vatanım"daki ayrıntılı işçiliği, anlatımı ve konusunun özgünlüğüyle biz okurlarını yine mest edip bir sonraki kitabını heyecanla beklememizi sağlıyor.   
Elveda Güzel Vatanım'ın tanıtım filmi:

9 Aralık 2015 Çarşamba

Deliliğe Dair 10 Güzel Özdeyiş

delilik ile ilgili görsel sonucu


 "Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız deli kalırız."

- Samuel Beckett

 "Gerçek bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir."

- Erasmus

"Delilik aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemektir."

- Albert Einstein

 "Eğer deli, delilikte direnseydi bilge olurdu."

- William Blake

 "İnsanın doğasında akıllılıktan çok, delilik vardır."

- Francis Bacon

 "Delilerle baş ederken, aklı başındaymış gibi davranmak en iyisi."

- Hermann Hesse

"Kim bilmez ki delilik, özgür bir zihin ve görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla yakın kapı komşusudur."

- Montaigne

"Tüm akıl hastalıklarının temelinde meşru acıları reddetmek yatar."

- Carl Jung

"Bazen gezegenimiz acaba evrenin tımarhanesi mi diye düşünmeden edemiyorum."

- Goethe

Delilikten muzdarip değilim, her anın tadını çıkarıyorum.

-Edgar Allen Poe

5 Aralık 2015 Cumartesi

   


Bir sovyet ülkesinde kurşunlanmış bir apartman gibiyim, tozlu ve her yerinde gün ışığı...

24 Kasım 2015 Salı

Eleştiri: Spectre- James BOND

 


Kuşkusuz, Ian Fleming II. Dünya Savaşı'nda çalıştığı İngiliz donanmasının istihbarat biriminden etkilenerek kurguladığı, bir kuş bilimciden adını alan kahramanı James Bond'un-namıdiğer 007-gün gelip 25. filmi çekilen, sinemanın en uzun soluklu serisi olan, 250-300 milyon dolarlara çekilen bir filme-küresel fenomene- dönüşeceğini tahmin etmemişti.
 2006'dan beri 7. Bondluk görevini yapan ve açıklandığı zaman beni hayal kırıklığına uğratan başrol oyuncusundan ziyade kötü yan role uygun olduğunu düşündüğüm-Hakkını yemeyeyim Katyn filminde iyiydi- Daniel Craig'in son filmine erişmiş olduk.
 Ancak Craig beni hayal kırıklığına uğratsa da yapımcılar ve senaristler bir hayli üzerinde çalışıp eskinin sığ, çapkın Bond'undan ziyade "Casino Royale"ile daha derinlikli, duygusal bir karakter yaratmayı seçtiler ki başarılı da oldular. Bond'un Vesper'e olan aşkını ve filmin sonunda Vesper'in boğulma sahnesini halen anlamış değiliz. Bu belki de George Lazenby'nin tek filmliğine Bondluk yaptığı 69 yapımı "Majestelerinin Gizli Servisinde" filminde Bond'un evlenmesinden bu yana özel hayatındaki en köklü değişiklikti. Bu derin değişim sonuç verdi ve 2012 yapımı "Skyfall" da Bond'un tüm geçmişine ve kökenlerine atıfta bulundu. Duygusal bağının çok güçlü olduğu anne gibi gördüğü M'i kurtarmaya çalışmasıyla zirve yaptı. Film o derece yoğun duygusallık ve geçmişe atıfta bulunuyordu ki aksiyon sahneleri az gelmişti.
 Yönetmen Sam Mendes aynı kalsa da 25. Bond filmi "Spectre" de geçmişe atıf eski düşmanlar ve klasik Aston Martin seviyesindeydi. Bond hayranları ve serinin eski filmlerini izleyenler mutlaka Spectre ismini duyunca heyecanlandık. Ne de olsa gizli bir örgüttü karşımızda olan ve amaçları da aynıydı hep:  Dünyayı ele geçirmek!
 Filmde İngiliz istihbaratına sızmış Spectre örgütü üyesi C, 00 birimini kaldırmak istemektedir ve M rolüyle buna direnen-Judi Dench'ten sonra da bu rolü hakkını vererek yapmaktadır.- Ralph Finnes vardır. Oyunculuklardan söz açılmışken bolca reklamı yapılan 50'lik Monica Belluci'nin sadece filmin başında olması da şaşırtıcı. Lea Seydoux ise çok da iz bırakmayan bir Bond kızı olarak tarihteki yerini alacak bence.
Daniel Craig de her zamanki gibi iyi rol yapıyor ve gayet sert.
Filmin müziği ise Skyfall'daki Adele performansından, geçmişteki Madonna(Başka Gün Öl-2002) vb başarılı performanslarından sonra oldukça silik. Hatta o derece ki şarkının adını bile yazmıyorum işte al.
 Filmde muhtemelen bir taraftan da bundan sonra da karşımıza çıkması muhtemel Spectre'nin kötü adamının Blofeld'e dönüşümü var.
 Bond arabasının filmin hemen başında İtalya'da bir nehre uçması da açıkcası üzdü beni.
Bond'un Açılış sahnesi Meksika'daki Ölüler Günü kutlamasındaki karmaşa ve aksiyon çok güzeldi açıkcası. Bond filmlerine yakışır biçimdeydi. Ancak 2006'dan beri bir derinlik yakaladığını düşündüğüm Bond'un, öldürdüğü Scarrio'nun karısıyla hemencecik sabahlaması da açıkcası serinin derinliğinden sapma olarak gözüme battı.
 Netice de Bond afişini gördüğü zaman sinemaya koşarak giden birisi olarak hatta türlü sevimliliklerle gişe görevlisinden afiş koparıp evine giden ve heyecanla bir sonraki filmi bekleyen birisi olarak film çokça olumsuz eleştiri alsa da ben yine de heyecanla izledim.
Not:7/10

Eleştiri: Ali Baba ve 7 Cüceler

 Film, Kasım'ın 13'ünde gösterime girdi. Ben de ertesi gün izledim ama işte, biraz tembellikten dolayı anca yazabiliyorum.
 Cem Yılmaz ülkemizin marka isimlerinden. Ne yapsa olay. Herhalde kameraya gülümsese video izleme sitelerinden milyon tık alır. Reklamları, filmleri, sahne şovları, arabaları hep olay. Zekasının hakkını vermek lazım ki bu alanda rakipsiz.
 Filmlerinde zaten Cem Yılmaz adı olduğu anda milyonluk gişe garantisi var.
Gelelim, Ali Baba ve 7 Cüceler'e:
 Filmde iki küçük esnaf, yurdum insanı cüccaciyeci Şenay ve kayınbiraderi İlber, Bulgaristan'a giderek bahçecilik fuarında cücelerini satmaya çalışırlar. Mafya babası Boris Mançov'un eline düşerler olayların ardı gelir.
 Cem Yılmaz filmde iki rolle karşımızda yine: Mafya babası Boris Mançov ve Şenay olarak gayet başarılı yine. İrina İvkina'da ise filmde iyilerin yanına geçen güzel kız olarak karşımızda ama ne bileyim çok fazla oyunculuk yeteneği göremedim. Sanki aksanlı bir kız aranmış ve bulunmuş. Göze batan bir diğer oyunculuk Zafer Algöz'ün oynadığı Memedov karakteri. Filmde Cem Yılmaz'ın vaz geçemediği oyunculardan birisi olmanın hakkını fazlasıyla veriyor, son bölümde filme farklı bir hava getiriyor.
 Cem Yılmaz müthiş bir gözlemci, yurdum insanını da çok iyi gözlemliyor ve filmde de Şenay üzerinden çok iyi yürüyor. Espriler gayet başarılı, karakterler sığ ama renkli her yönüyle.
 Filmde yurdum insanının yanında İlber'in vampire dönüşmesiyle, Boris Mançov'un Kara Orman'daki insan avıyla "Alaycı Kuş" vb. son dönemin distopik temalı eserlerine atıfta bulunmasıyla klişe tabirle yerelden evrensele ulaşıyor espri konusunda.
 Ammavelakin her şey iyi hoş da konunun vasatlığı bariz meydanda. Daldan dala atlayan filmde konu aramanız boşuna. Esprilere gülmek iyi hoş da Cem Yılmaz açısından çok da iyi bir film değil. Aynı türden aşırı üretilen, vasat ötesi komedi filmlerimizden daha kaliteli ancak filmin son bölümünde sıkıldığımı itiraf etmeliyim.  Not: 6/10

Bazen

 Bazen...Bin bazeni vardır insanın, nedenli ya da nedensiz. Hiç fark etmez kaybeder de bazen. Kaybetmek de bazenlere dahildir, tıpkı ayrılıkların sevdaya dahil olduğu gibi(Atilla İlhan'dan alıntı. yn) ya da bazen de kaybetmek gerekir. Ya da Teoman'ın şarkı sözü gibi, "Ne yaparsan yap olmuyor, bazen."dir, hayat. Karmakarışık tahlillerin anlamı da çok yok ya. Netice de "bazen"lerin kaybetmek tarafında yer almışım.
 Ben de kaybettim yaklaşık bundan iki ay önce. Böyle gelirmiş ansızın insanın yüreğine, birden yitirirmiş insan, yaşama sevincini; öyle bir ruh, bir hayalet olup gezermiş caddelerde, sessiz sedasız.
Baktım da iki ay olmuş yazmayalı, değil bloga; bir deftere, sayfaya da...Neyse ki okumadan kopmadım. Yitirmedim içimdeki okuma aşkını.Kendimi koyvermedim, direndim adeta Ahmed Arif'in dizelerindeki gibi:
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip.
...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile
Tırnak ile diş ile.
 Kaybettim, içimden kopup gitti belki bir şeyler ama gerçekten direndim. Okudum, yazmadım belki ama okudum. Spor yaptım, yapıyorum da. Çok sevdiğim bisiklete, koşuya, yüzmeye devam yine. Futbola da devam, izlemeye de oynamaya da. E sevenlerim de yanımda, sevdiklerim de. Şükür...
 Hayat zaten basit ve yalın olmalıdır. İnsan da kendi olmalıdır. Yoksa sahtelik, sığlık üzer yıpratır insanı. Ancak ilgileri olmalıdır. Boş yaşamamalıdır insan, sadece nefes alıp vermekten ibaret olamaz insan hayatı. Ya da biriktirmeye odaklı bir hayat değil. Sevebilmeli, her şeyi değilse bile değer verdiklerini. Yeniden umutları olmalı, düş kurmalı; ancak insanlardan uzak durabilir, insanların hayal kırıklığı getirdiğine inanıyorsa saygı duyarım; çünkü ben de tam olmasa da böyle düşünüyorum. 
Dayanmalı ve direnmeli insan ölümü düşünse bile, kıyısından dönse bile.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Eylül'dü

http://methodist-manor.com/media/21635/sept.jpg
Eylül’dü.
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.
Eylül’dü.
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.
Eylül’dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman..
Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.
                                       Cemal Süreya

8 Eylül 2015 Salı

...


 Bir konuya, sözcüğe; bir filme, kitaba yüzlerce sözcük dökülüyor da boğazımıza gelip düğümlenen, içimizi yakan bu acı karşısında iki satırı zor yazıyoruz.
 Bu vatan için toprağa düşen kahraman askerlerimizin ailelerine sabırlar ver Allah'ım...
 Tek bir Türk askerinin burnunun kanamadığı bir Türkiye'ye...

6 Eylül 2015 Pazar

CARRİERİSME

 Kariyer sözcüğü, Fransızca "carrière"den gelen,  bir meslekte zaman ve çalışmayla elde edilen aşama, başarı ve uzmanlık anlamına gelen sözcük.
 Kariyerizm ise kariyer yapmayı en yüksek amaç olarak gören düşünce sistemi anlamına geliyor.
 Peki bu tanımlamaları neden yaptık ?
 Çünkü çağımızın en geçer akçesi olma yolunda hızla ilerliyor, kariyerizm. İnsanların beslenme, barınma, gelecek gibi ihtiyaçlarını karşılaması olması gereken iş-meslek artık statü ve değer bildirmede kullanılıyor. İnsanların sahip oldukları bilgi birikimleri, kültürleri, okuduğu kitaplar, hayata bakışı ve en başta da ahlaki değerleri değil,  statü ve kariyerleri geliyor en başta. Kariyeri ve dolayısıyla parası varsa, ki sadece parası varsa da  her şeyi yapma hakkına sahip oluyor. Adam/kadın ......işini yapıyor.........yapması normal; çünkü parası var/çünkü....işini yapıyor. Ya da ailenin sahip olduğu tek bir kariyer bile neredeyse ailenin tüm bireylerine yetip artıyor. Ya da ailenin parası varsa-ki o çağımızın en büyük değeri- doğal olarak kariyere sahip oluyor. Sahip olmasa da paralar saçılarak kariyer sahibi olduruluyor insanlar. Olmasa da lüks yaşamı ve tüketim alışkanlıklarıyla varsıl ailenin bireyi de yüksek statüye sahip oluyor. Aristo mantığından gidersek her ikisi de saygınlık demekse sorun yok.
 Peki gecesini gündüzüne katıp çalışanlar, bir kariyer için emek verenler. Onlara da saygımız var tabii, hatta varsıl çocuklarına da var, olsa paramız biz de okumazdık bunca kitabı, belki de lüks içinde yaşıyor olurduk. Bilmemiz mümkün değil tabii bunu. Ancak benim değinmek istediğim esas konu neden kariyerizm ?
 Bunu iki temele bağlıyorum:
Birincisi, insanın kendisinin ya da anne babasından birisinin hayatta olduramamış, başaramamış olması. Başaramayan anne-babanın bunları çocuklarından beklemesi toplumda oldukça yaygın bir durum. Ya da kişinin kendisini olduğu/bulunduğu duruma layık görmemesi. Bu da "Ben aslında ne kadar zekiydim, şu bölüme de giderdim" gibi cümlelerle başlayan sıkça rastlanana bir durum. İnsanoğlu doyumsuz ve kibirli. Hiçbir zaman "Ben elimden geldiğince çalıştım, işimi de seviyorum." diyeni bulamazsınız. Bunu üniversiteye gittiğimde yaşamıştım ilk olarak. Herkesin ağzında tek bir cümle: "Ben hiç çalışmadan kazandım." Şaşırmıştım, gittiğimiz bölüm öyle alelade bir bölüm değildi, kendi alanında ilk yirmi bine girilmesi gereken bir bölümdü. Oysa ben günde 2-3 saat çalışarak kazanmıştım bu bölümü. Ve bu hiç çalışmadan kazanan arkadaşlarımız üniversitede ilk ayımızı doldurmadan dillerinde yüksek lisan ve doktoralarını tamamlıyorlardı. Bense garipsiyordum bu tavırları. Buna saygı duyuyordum; ancak nolduğunu söyleyeyim. En hevesli olanları senesine evlendiler, şimdi-Allah bağışlasın- çocuk büyütüyorlar.Daha sonra askerde de diplomadan ibaret bölüm mezunlarının  her birinin fabrikası olduğunu ya da çok ünlü holdinglerden teklif aldıklarını duyunca şaşırmıştım.
İnsanoğlu doyumsuz, kibirli ve hırslı. Bunun önüne geçmek ise neredeyse imkansız; hele bir de buna uygun bir sistem-kapitalizm-varsa. Hele ki bu dünya da günlük 12 milyar kişinin doyacağı kadar gıda maddesi üretilip dünyanın yarısı aç geziyorsa övünmek, kibirlenmek insanca bile kalıyor.
Övünmekle kariyerizm arasında nasıl bir ilişki var derseniz basit:
 İnsanın egosunun okşanması. Ancak biraz daha Freudyen bir bakışla kişinin geçmişine inersek sevgi ve saygı eksikliği yattığını görürüz. Kişi küçükken gerekli saygıyı çevresinden görememişse ve bunda ailesinin sosyal statüsü düşükse bu kişi kariyer takıntısıyla bu düşüklüğe son verebilir. Ya da aile etrafında kariyerli birisi varsa ve bu kişiye tepeden bakmışsa bu da önemli bir etkendir. Kişi bu kariyer için elinden geleni yapmakta sakınca görmeyecektir. Ailesini, sevdiklerini, ideallerini bir tarafa bırakıp tüm hayatını bu kariyere ulaşmaya harcayacaktır.
Beyni dolarken kalbi boşalacaktır.Bir çiçek koklamadan, bir kitap okumadan, acıklı bir Türk filminde gözyaşı dökmeden, bir Dostoyevski romanında insanı bulmadan, ağır kalın kitapların altında test çözerek gidecektir tüm yaşamı.
 Mutlaka geri dönecektir, bakacaktır; ancak kaybetmiş olduğunu anlayacak mıdır bu tam bir muamma. Hep anlatılan bir hikaye vardır: Ailesi oğullarının avukat olmasını istemiştir, çocuk da itfaiyeci olmak istemektedir. Ailesinin zoruyla hukuk okuyan çocuk diplomasını aldığı gün ailesine verir ve gider itfaiyeci olur. İşte idealler güzeldir. Hatta 76 yapımı "Öyle Olsun" filminde Ayşen Gruda'nın dediği gibi "İdealim yok, televizyonun taksidi bitsin onu da alırım." derken de güzeldir idealler.
 İdeolojilerin bittiği çağda ideallere bile razıyız; ama önümüzde hayvan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, çevrecilik, kariyerizm gibi mikro-ideolojiler var.
  Oysa her şeyin başına insanlığı koysak...İnsani değerleri; paylaşmayı, bölüşmeyi kardeşliği en başta da sevgiyi koysak...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Ağzımın Tadı

Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum.

             Oktay Rıfat Horozcu

14 Ağustos 2015 Cuma

İÇ SAVAŞ

 Buhranlarımız, modern değerlerimiz; kaybettiklerimiz ise eskiye ait. Eskide ne varsa ya da ne kaybettiysek hepsini bir "aman"la tarihin derinliğine gönderiyoruz. Biliyoruz yitirdiklerimizi. Neler yitirmiyoruz ki...Geçmişimizi, sahip olduğumuz-bir nebze- iyi ve insani değerleri; acıları, sevinçleri, gözyaşlarını, sevenlerimizi, sevdiklerimizi....
 Daha az hatırlıyoruz, daha iyi hissettiğimizi sanıyoruz. "Takmıyorum." deyip hormonlu gülücükler saçıyor, yalnızlığımıza ağlıyoruz, uyku haplarına, anti- depresanlara sığınıyuruz. Tüm hastalıklarımızın altından "takma"yı stresi çıkarıveriyoruz. Zayıf noktamızdan vuruyor hastalıklar: kimimizi saçından, kimimizi midesinden, kimisini kandan, kalpten, gözden,vs. Sonrasında da sentetik hastalıklarımıza tedaviler arıyoruz bir ömür.
 Eskilerin yanında modern değerlerimiz! var. Buhrana sürükleyen bizleri. Para hırsı, kazanmak ve daha çok kazanmak; tüketmek ve daha çok tüketmek. Okudukça, paylaştıkça değil de tükettikçe daha çok insanız sanki. Tüketmek için soluk almadan gösterdiğimiz çaba da bizim modern hayattaki buhranımız. Hele ki bu kadar çaba gösterip istediğimiz saygınlığa yine erişemiyorsak işte o buhranın zirvesi.
 Eski ya da yeni yitirilen değerler, ulaşılamayan hedefler bizi huzursuzluğa önce kendimizle sonra da toplumla bir savaşa sürüklüyor. Kimisi egemen kültüre uyumsayıp kayboluyor, kimisi de kendince marjinal hareketlerle direniyor. Ama neticede bir iç savaş hiç eksik olmuyor içimizden.   
 Aklın, fikrin, sanatın egemen olduğu güzel günler görmeliyiz; yoksa bir iç savaşın içinde yitip gidiyoruz..

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Tolstoy mu Dostoyevski mi?

Tolstoy mu Dostoyevski mi?
  Rus ve dünya edebiyatını derinden etkileyen 19. yüzyılın iki büyük yazarı Lev Tolstoy ile Fyodor Dostoyevski, yüzyıllardır birbirleriyle kıyaslanageldi. İlginçtir ki iki yazar, çağdaş olmaları ve aynı sosyal çevreyi paylaşmalarına rağmen ne bir kez olsun yüz yüze görüştü ne de birbirlerine tek satır mektup yazdı. Ancak hayatlarında hiç temas noktası oluşturmasalar da birbirlerinin eserlerini her zaman yakından takip ettiler.
Dostoyevski ‘Bir Yazarın Günlüğü' kitabında Tolstoy'un ‘deha' olduğunu ve ‘olağanüstü yüksek sanat' yaptığını vurgulayarak şu ifadelere yer verir: "Anna Karenina'nın yazarı gibi insanlar, toplumun öğretmenleridir, biz ise sadece onların öğrencileriyiz."
Tolstoy ise ‘Ölüler Evinden Anılar' kitabını okuduktan sonra Dostoyevski'yi Puşkin'den bile üstün tutarak, modern Rus edebiyatında Puşkin'in eserleri dahil, böylesine iyi bir kitap hiç okumadığını söyler.
Dostoyevski'nin ölüm haberini aldıktan sonra, Rus düşünür ve edebiyat eleştirmeni Nikolay Strahov'a yolladığı mektupta da şöyle yazar: "Onu bir kez olsun görmedim ve onunla hiç konuşmadım ama şimdi ölünce, birden anladım ki, Dostoyevski bana en yakın, en kıymetli, en gerekli insanmış…"
Her ne kadar aynı çağın yazarı iki isim, birbirlerinin sanatına böyle hakkaniyetli yaklaşmış olsalar da ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?' kıyaslaması, 19. yüzyıldan beri edebiyat çevreleri ve okurların en çok tartıştığı konular arasında yer alıyor.
Biz de sanatta kıyas ve anketin yetersiz, hatta belki de gereksiz olduğu gerçeğini kabul etsek de, yıllardır tartışılagelen bu soruyu edebiyatın usta kalemlerine yönelttik.
Ahmet Altan, Ataol Behramoğlu, Gündüz Vassaf, Mario Levi ve Selim İleri'nin ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?' sorusuna yatını şöyle oldu:
AHMET ALTAN: Aslında edebiyat, içinde birçok farklı yazara yer veren, çok renkli bir nehir gibi akar. Edebiyatta ‘biri diğerinden daha iyi' gibi bakılmaz. Ama Dostoyevski ve Tolstoy çağdaş olduklarından ve iki ayrı anlayışı temsil ettiklerinden dolayı bu soru hep kaldı.
Ben Tolstoy'u tercih edenlerdenim. Tolstoy'un anlatımı bana, daha ‘hayatı kucaklayıcı' gelir. Tolstoy'un elleri o kadar iridir ki, hayat onun içinden akıyor gibi gözükür bana. Ayrıca Tolstoy'un yazı kuvvetinin de Dostoyevski'den daha fazla olduğunu düşünüyorum. Dostoyevski'nin yazı gücü çok fazla değil, ama ‘deliliğin sınırını geçip deliler dünyasına, aklın kara yanlarına gidip onları anlatan bir haberci' gibi gelir bana. Yani yazardan ziyade, insanlık tarihinde çok az insanın yapabildiği belki de Dostoyevski'den başkasının yapamadığı bir işi yapabilmiş biri olarak gözükür.
Benim için Tolstoy, yazar ve edebiyat olarak daha büyüktür, daha hayatı kapsayıcıdır. Dostoyevski hayatın daha dar bir kesimiyle ilişki kurmuşken, Tolstoy bütün toplumu olaylarıyla birlikte anlatabilen bir bakışa ve güce sahiptir.
Ayrıca edebiyatta bütün bunlar biraz da laftır, birini seversiniz birini sevmezsiniz, ben Tolstoy'u severim.
ATAOL BEHRAMOĞLU: Lev Tolstoy her zaman tercihimdir. Romanlarında gereksiz uzatmalar olmadığı için. Daha az didaktik olduğu için. Hem mülk sahibi çevreleri hem de köylüyü aynı başarıyla betimleyebildiği için. Dostoyevski'de hiç bulunmayan olağanüstü doğa betimleri için. Yer yer bilinç akımına yaklaşan anlatım özellikleri için.
Suç ve Ceza'yı, Karamazof Kardeşleri, Budala'yı bir daha okur muyum, bilmem. Fakat İvan İliç'in Ölümü'nü, Anna Karenina'yı, Savaş ve Barış'ı yine okuyabilirim. Tolstoy'un yapıtlarında genişleyen, derinleşen bir şey var. Dostoyevski ise hep kendi çevresinde dönüyor gibi.
Sonuç olarak ikisi de çok büyük yazarlar. Fakat Tolstoy'un açık, aydınlık, araştırıcı, canlı yaşamla dolu ruhu, bana Dostoyevski'nin huzursuz, asabi, patetik kimliğinden çok daha yakın.
GÜNDÜZ VASSAF: Bu, ilk düşündüğümde, ‘Aşklarından hangisini seçersin?' sorusu gibi veyahut da bir gözümü, öbür gözüme tercih etmem gibi. İkisi de hayata farklı dokunuş noktaları, onun için birini öbürüne tercih etmem mümkün değil. Tolstoy'a da aynı soruyu sormuşlar, ‘Ben böyle bir mukayese yapamam' demiş. Ama bu soru, kaç ülkede tartışıldı, hala da tartışılıyor yazarlar arasında. Bu soru hakkında kitaplar var. Ne mutlu ki Rusya'ya, böyle iki yazar anadillerinden onlara seslenmiş. Başka hangi ülke var ki dünyada, iki yazarını böyle tartışabiliyoruz.
Dostoyevski, psikolojik romancılığın başlangıcı, Tolstoy da efsanenin, Homeros'un devamı sayılır. Fakat bunlar bence yapay kategoriler. Ben ikisinde de insanı dolu dolu yaşıyorum.
Tolstoy'da, Dostoyevsky'e göre daha çok tarihi panaroma, Dostoyevsky'de içimdeki çelişkili duygular var. Tolstoy'da  tarihin beni, benim de tarihi yarattığımı, Dostoyevsky'de, ben diye bildiğim benin, beni her zaman şaşırtabileceğini  yaşıyorum.
İki kitabım var; ‘Cehenneme Övgü' ve ‘Cennetin Dibi'. Bu kitapların adlarından yola çıkarsam, Dostoyevski ile ‘Cehenneme Övgü'yü yaşıyorum. Tolstoy'la da ‘Cennetin Dibi'ni. Tolstoy benim için sonsuz, derin bir okyanus, Dostoyevski gürül gürül akan bir şelale… Tolstoy'la aşkın bütünlüğünü sorguluyorsunuz, Dostoyevski hayatınızın ilk sevişmesi…
Klasik bir soru vardır ya, "Issız adaya gitsen, hangi kitabı götürürsün?" diye. Issız adaya gitsem yanımda mutlaka Tolstoy'u götürürüm. Ama evde tek başımayken gece yarısı kitabım da Dostoyevski olur.
Benim için şaşrtıcı olan bu denli özgür iki insanın,  dinle git gelli cebelleşmelerinde özgürleşememeleri.  Ama belki Rus olmak biraz da bununla ilgili.
MARİO LEVİ: Benim kesin tercihim Dostoyevski'dir. Çünkü Dostoyevski'de insan karakterlerinin çok daha derinlemesine işlendiğine inanıyorum. Ayrıca şöyle bir ayırım yapıyorum, Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu' adlı kitabında iki zihin şekli olduğunu söylemişti; biri ‘Apollonian', öteki de ‘Dionysian' zihin. Apollonian olan bilgeliği, mantığı, aklı öne çıkarır; Dionysian olan ise duyguyu. Tolstoy ile Dostoyevski arasındaki fark bence burada anlam kazanıyor. Ben Tolstoy'u daha çok Apollonian, Dostoyevski'yi de Dionysian olarak görüyorum ve her zaman için tercihim duygular yönünde olmuştur.
Şöyle ilginç bir gözlemim de var: Dostoyevski ve Tolstoy'u Rusçadan okuma talihine sahip olan gerek Ruslar gerekse de Rus edebiyatı uzmanlarıyla görüştüğüm zaman, ilginç olarak onlar Tolstoy'un daha önemli bir yazar olduğunu söylediler. Yani Rusça bilenler açısından durum bu. Haliyle "Acaba Tolstoy Rus edebiyatı üzerinde daha önemli bir etki mi bıraktı?" sorusunu kendime de sormuyor değilim. Tolstoy, Rus edebiyatı içinde Dostoyevski'den daha önemli bir yazar olabilir ama benim tercihim her zaman Dostoyevski'dir.
Dostoyevski'yi sevmek daha zordur ama bir sevdiniz mi seversiniz. Ayrıca çekinerek bu ifadeyi kullanacağım ama ben Tolstoy'u Dostoyevski'den daha sıkıcı buluyorum. Dostoyevski beni alıp götürüyor, Tolstoy'u okurken ise zaman zaman çok sıkıldığımı hatırlatırım.
SELİM İLERİ: Benim yazarım muhakkak ki Dostoyevski'dir, ama Tolstoy da elbette Rus edebiyatının en büyük yazarlarından birisi. Başta Anna Karanina olmak üzere çok büyük bir zevkle okuduğum bazı kitapları var. Dostoyevski ise yaradılışıma daha yakın. Ondaki büyük merhamet duygusu, yazarlık yaşamımda bana daima kılavuz oldu. İç dünyaları Tolstoy'dan daha derinlemesine incelediği için 20. yüzyıl edebiyatına yol açan bir öncü yazar olduğunu düşünüyorum. Tabii, Tolstoy'un Anna Karanina'sı da başlı başına bir iç dünya çözümlemesi, İvan İliç'in Ölümü de aynı şekilde, ama Dostoyevski benim yaradılışıma her zaman daha yakın geldi. Kendi iç fırtınaları da bana çok etkileyici gelmiştir.
 http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/tolstoy-mu-dostoyevski-mi-423416

28 Haziran 2015 Pazar

kariyer-meslek-indigodergisi 

                       Kariyerizm, modern çağın putudur.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Kendin Ol !

 Çok uzun yıllar önce ilkokul 5'i bitirdiğim yaz, dedemle birlikte sık sık yaptığımız yolculuklardan birindeydik. Genellikle küçük otobüslerle yaptığımız, 3 saatlik bu yolculuklarda işçi emeklisi dedem, tek bilet alır; ben de onun kucağında seyahat ederdim. Otobüste boşluk varsa o boş koltuklara geçer yolculukları da bu şekilde tamamlardım. Ege de olduğumuz için yaz aylarında birbirinden ilginç-hippisinden, en ailesine-turistlerle karşılaşır, ya da volkmen dinleyen yerli turistlerden, köyden devlet dairesindeki bir işine giden amcalara rastlardık. Ufak tefek, sevimli ve biraz da geveze olduğum için kolaylıkla insanlarla ilişki kurardım.
 İşte, yine bir yaz günü bu sevimli yolculuklardan birini yaparken-zıpladığım boş bir koltukta- duraklardan birisinde 20'li yaşlarında kısa saçlı, esmer tenli bir abi bindi. Ben koridor tarafında oturduğum için o cam kenarına geçti ve aynı filmlerdeki gibi başını cama dayayıp etrafı seyrderek yolculuk yapmaya başladı. Bir süre sonra benimle konuşmaya başladı. Okulumu, adımı, sınıfımı, ne olmak istediğimi sordu. Ondan sonra anlatmaya başladı. Açık cezaevinde mahkummuş. Annesi rahatsız olduğu için izin almış, İstanbul'a gidiyormuş. Gasptan dolayı ceza almış. Tam hatırlamıyorum ama 7 ya da 8 yıl ceza almış. Daha 5, 6 yıl cezası varmış. Mahkum olduğunu öğrendiğimde önce korkmuştum biraz, hatta çocuk aklımla beni kaçırır mı, diye de düşünmüştüm. Ama sonra alışmıştım ve bana hayatımda duymadığım öğütler vermişti. Kendimi kanıtlamak amacıyla bunu yaptım, paraya da çok ihtiyacım yoktu, pişmanım, demişti. Şaşkınlıkla onu dinliyordum, geçen uzun yılların ardından ismini dahi bilmediğim o abinin üstüne basa basa söylediği o cümle kaldı aklımda hep:
"Asla ama asla kendini kanıtlamak için hiçbir şey yapma, hep kendin ol !"
 Bu söz o günden sonra hep aklımda kaldı ve soyut düşünme becerisini kazandığım sonraki yıllarda hep rehberim oldu, hayat yolunda.
 Dilerim, o güzel abimde cezasını yatıp çıktıktan sonra kendisine güzel bir yaşam kurmuştur. 

4 Haziran 2015 Perşembe

ELEŞTİRİ: UYANDIĞINDA

 Distopya tutkunu bir insan olarak daha önce en beğendiğim distopya kitaplarını yazmıştım. Yeni eserler buldukça da yazmaya devam ediyorum. Sıradaki kitabımız Amerikan edebiyatından.
http://www.birazoku.com/wp-content/uploads/2012/09/uyandiginda-hillary-jordan.jpg Yazar Hillary Jordan'ın ikinci romanı olan "Uyandığında" Türkçede 2012 yılndan beri YKY etiketiyle satılmakta. 
 Yakın gelecekte bir din imparatorluğuna dönüşen Amerika'da suçlular işledikleri suçlara göre derilerine enjekte edilen serumla renk değiştirmektedir. Toplumdaki suçlular; sarı, yeşil, kırmızı deri renkleriyle gettolarda yaşamaktadırlar. Kürtaj büyük bir suçtur, kahramanımız Hannah Payne'de kürtaj suçu işlemiş ve kırmızı renkte 16 yıl boyunca yaşamaya mahkum edilmiştir, 1 aylık hücre cezasının ardından. Yaşadığı zorlukların ardından bir yol hikayesiyle, Kanada'ya doğal rengine dönmek için yolculuğa çıkar. 
 Öncelikle Teksas'ın seçilmesi yazar tarafından bilinçli yapılmış. Teksas, bildiğimiz- tv'lerden gördüğümüz-kadarıyla Amerika'nın en muhafazakar eyaleti. Bir de renk değişimi, Amerika'da siyahlara uygulanan baskı yıllarına atıfta bulunuyor. 
 Hannah, çoğu distopyadaki gibi erk tarafından pasifleştirilmiş, otoriteye karşı herhangi bir isyanı olmayan , salt bireyci bir kurtuluş peşindedir ve ne yazık ki bize herhangi bir umut ışığı yakmıyor. 
 Peki, karakter çok baskın değilse ayrıntılı totalitarizm betimlemeleri görmek istediğimizde de maalesef ki yazar yine bizi doyuramıyor. Erk/otorite- birey ilişkisine ilişkisine ilişkin pek fazla bir yorum da göremiyoruz. Ki bir distopyada benim en fazla ilgimi çeken kısımlardır. 
 Yakın gelecek olup biraz belirsiz bir atmosferdeyiz. Yakın geleceği de yazar bize elektrikli arabalar üzerinden iletmekte. Vogue dergisi- ne ilgisi varsa- hala yaşamakta. 
 Distopyamız, bir yerden sonra ise kahramanımız Hannah Payne'nin kaçış hikayesine dönüşmekte ve adeta macera romanı havası vermekte.
 Yazar, böyle ağır ve yazması zor bir türde maalesef bu romanıyla benim gözümde sınıfı geçemedi.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Türk’ün Türk’e Düşmanlığı

 
"Soner Yalçın severek okuduğum yazarlardan birisidir; bu yazısını da yayımlandığı tarih olan 16 Ocakta okumuştum, ancak 'Son Umut' filmini izleme şansım olmamıştı. Filmi geçtiğimiz günlerde izledim ve Soner Yalçın'ın bu yazısı aklıma geldi. Filmi izlemenizi ben de tavsiye ediyorum; çünkü ilk defa Hollywood bizden yana bir film yapıyor."
Adı, Russell Crowe…
7 Nisan 1964 Wellington, Yeni Zelanda doğumlu.
“Gladyatör” filmiyle Oscar aldı. Altın Küre ve Bafta ödüllerini de kazandı.
Tanıyorsunuz; dünyaca tanınmış bir aktör…
İlk yönetmenlik denemesinde bizden bir hikaye anlattı: Son Umut…
Filminde; aynı zamanda başrol oynadı; Çanakkale Savaşı’nda kaybolan üç oğlunu aramak için Anadolu‘ya gelen Yeni Zelandalı çiftçi bir babanın hikayesini konu etti.
Filme gittim. Şaşırdım…
Russell Crowe gibi bir dünya yıldızı, ülkesinin hikayesini anlatırken bizim Kurtuluş Savaşı’mızla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
- İngilizler işgalcidir.
– Yunanlılar katliamcıdır.
– Mustafa Kemal Türkiye’nin geleceğidir.
Kuvayı Milliye’ye katılmak için Ankara’ya giden Binbaşı Hasan’ın (Yılmaz Erdoğan) gözlerindeki ateş ile sözlerindeki umut yanaklarımı ıslattı.
Belki ben görmemişimdir, bilemiyorum; ilk kez bir yabancı filmde bizim insanlarımız iyi-güzel-haklı gösteriliyordu.
Bir haftadır film üzerine düşünüyorum.
İstedim ki filmle ilgili bir değerlendirme yazısı okuyayım. Yok. Bulamadım.
Filmden önce neler neler yazılmıştı; tabii çoğu magazin olan.
Film vizyona girdi; medyadan ses kesildi.
Anladım; Russell Crowe büyük hata yapmıştı; Türkleri aşağılasa idi, medyada ne çok haber olurdu. Hayır, dış basını değil bizim medyadan bahsediyorum.
Hiç yazılmadı değil; “Son Umut”un gişesinin kötü olduğu, Avustralya’da bile seyredilmediği gibi yalan haberler yaptılar!
Fatih Akın’ın, Türkleri “Ermeni soykırımcısı” olarak gösterdiği “Kesik” filmiyle ilgili yazıları bizim medyada (ki kimi gazetelerde manşet bile oldu) okudukça şunu sordum; “Türkler, neden Türklere bu derece düşman!”
Bunun üzerine gitmek zorundayız. Örneğin…
İşte İlyas Salman’ın büyük başarısı…
87. Oscar Ödülleri’nde, “En İyi Yabancı Film” dalında yarışacak 9 film arasına giren “Mısır Adası” filminin başrol oyuncusu.
Bu başarısı nedeniyle İlyas Salman’ı kaç gazetede ve TV’de gördünüz?
Göremezsiniz… Çünkü; o bu ülkenin sanatçısı olmakta, düşüncelerini açıklamakta inat eden, bu topraklara bağlı bir devrimci. Türkleri aşağılamıyor itibarıyla, medyada yeri yoktur!..
Medyanın bu halini salt siyasetle açıklamak kolaycılık olur.
En iyisi bir uzmana danışmak…
 http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/kahrolsun-turkler-711816/

28 Nisan 2015 Salı

ZAMAN

 Şarkı da "Zaman adım adım." diyor; ama bir eksik var, bir sıfat eksikliği.  Zaman "koşar adım." Çok fena halde hızla koşar adım ilerlemekte. Hiç durmadan dört nala hem de. teknoloji çılgınca ilerliyor ama zamana bir çözüm yok. Cengiz Han tüm bilimadamlarını toplayıp "Bana ölümsüzlüğün sırrını bulun." dediğinde bu imkansızdı; tamam, kabul de şimdi de mi imkansız ? Zamana değil, yer çekimine bile karşı gelemiyoruz; yüzümüzü, göz kapaklarımızı, omurgamızı, derimizi kendine doğru yavaş yavaş çekmekte. Büyük sona hazırlamakta, alıştırmakta belki de.
 Oysa öyle miydik biz? Çocukken atlarken zıplarken inadına direnirdik sanki yer çekimine. Hep büyümek isterdik. Kocaman adam olmak-ne işe yarıyorsa- peşineydi hayallerimiz, sözlerimiz. Kılıç kuşanıp fethe mi gidecektik, atomun ayrıştırılamamış bir zerreciğini mi bulacaktık ? Okula gidip test çözüp ekmeğimizin kavgasına düşecektik sadece. İş, aş, düzen, ev, kira, kredi, taksit, fatura peşinde olacaktık halbuki. Bilseydik büyür müydük ?
 Of içimizdeki sancılara, ruhumuzdaki buhranlara gark olacaktık bir de. Oysa küçükken bir başımızın okşanmasıydı tüm dileğimiz, biraz da oyuncak. En büyük derdimiz kokulu silgimizin kokusu, pastel boyamızın sıra arkadaşımız gibi 24'lü olmaması, afili bir kalemliğimiz, naylon değil de tüylü tüylü botlarımızın olması, bayramda harçlık toplamak, bir de çikolatanın hiç bitmemesiydi. Bilemedin, en lüksü de akülü arabamız falan olmasıydı. Hayallerimiz toplasan bin lira etmezdi be!
 Şimdi çözebiliyoruz da n'oluyor ki ? Mutluluğu bulamıyoruz. Zoraki mutlu olma hallerine giriyoruz. Deniz kenarına gidiyoruz ya da ormana bir pikniğe. Fotoğraflar atıp sosyal medyaya "#oh miss, #doğa, #huzur, #mutluluk" yazıp yapmacık yapmacık gülüyoruz. Biliyoruz oysa denizin mavisinin de ormanın yeşilinin de bizi mutlu edemediğini. Çözümsüz, çaresiz ve tarifsiz acılar yaşıyoruz. Dertlerimiz varsa dert eklemeye de bayılıyoruz. Bir rakı kadehiyle-hele bir de denize nazırsa- şerefe deyip hayata umrumuzda değilsin mesajı veriyoruz. Lakin yanı başımızda duran akıllı telefonumuzdan da sürekli haberleri, gündemi takip ediyor; olmadı borsayla, dolarla takılıyoruz. Zehir! gibi aklımızla hepimiz birer yatırım dahisi oluyoruz. Aklımız taşıyor ve aşıyor bizi etrafımızdakilere tavsiyeler, akıllar veriyoruz. İnternet şubemizden para hareketlerimizi kontrol ediyoruz. Arkadaşlarla, dostlarla birarada olmanın keyfini bir yana bırakıveriyoruz; ama sorsan über mutluluklar içindeyiz. Marka giyiyoruz, marka yiyoruz, seçkinliğin dibine vuruyoruz. Maddiyatın dibine vuruyoruz. aklımızı yitirecek kadar hem de. Bayramda Milano biletinin fotoğrafını atıveriyoruz sosyal medyaya. Sonra da utanmadan "Nerde o eski bayramlar?" diyebiliyoruz. Mutlu olamıyoruz söz birliği etmişcesine.
 Sonra yıllar geçiyor, çocukluğa özlem duyuyoruz. Saflığından, temizliğinden, masumiyetinden dem vuruyoruz. Mahalledeki Leyla teyzemizin, Mehmet amcamızın içtenliğinden bahsediyoruz. Stüdyo tipi ya da ultra+1 evimizde komşuluk ilişkilerinin bitişinden yakınıyoruz.
 Çocukluğa özlem aslında en büyük sorunlardan biri sayılmalı insan ruhunda.
 Ne çocukluk mükemmeldi ne de Leyla teyze ile Mehmet amca o kadar iyiydi. Sen kötüsün kardeşim. Çağın kötü yaşadıkların kötü. Sen de buna ayak uydurma da hiç geri kalmıyorsun. Bir çiçeği koklamıyorsun, takvimlerdeki basit manzara resimlerine bile bakmıyorsun. Bir kitap da eski bir Türk filminde göz yaşı dökmüyorsun.
 Koşar adımsın zaman gibi...
 Güzel zamanlara, kendimizin farkında olup sevdiklerimizi üzmeden, yitirmeden.