29 Aralık 2016 Perşembe

Gülümseyen Mutsuzluk

 Hayat, süregiden bir akış ve bu akış içinde algılar, davranışlar, tercihler bizi bir yazgıya götürmekte. Yaşıyoruz ve yaşamak zorundayız. Nazım'ın dediği gibi "Yaşıyoruz çok şükür der gibi!"
 Evet, şükretmeliyiz her gün; hem de binlerce kez. Sağ salimsek karnımız toksa bir evimiz varsa ailemiz varsa savaş, açlık, kıtlık çekmiyorsak bunlar en basit şükür sebepleri. Daha üst seviyeden bahsetmiyorum: Evimiz, semtimiz, arabamız, marka eşyalarımız, vs.
 Hani bahsetmeye de gerek yok. Ayıptır.
 Peki, birçok şeye sahipsek ama mutsuzsak. Hayatta birçok insanın sahip olmak istediği şeylere sahip fakat "tam" değilsek. Olmuyorsa olduramıyorsak bir şeyleri tam olarak. Nefes alışverişlerimiz rutinse. Tadı tuzu yoksa ağzımızdaki lokmanın.
 İşte, tüm bunların çaresi ne haplardır ne de tüketmektir. Tek bir çaresi vardır yeryüzünde: Aşk!
 Yeryüzünün en güzel, kutsal ve en güçlü duygusu belki de. İnsanı saran sonsuz bir mutluluk ve güç; aynı zamanda bir o kadar da büyük bir zaaf. Ahmet Ümit de bunu zaten çok güzel tarif ediyor: "Aşk köpekliktir; köpekçe bir sadakat, kudurmuşça bir vahşet!"
 Zaten duygular karşılıklı ise mutluluk kaçınılmaz olabilir. Her ne kadar modern(!) çağımızda bunu etkileyen bir çok unsur varsa da ben hala samanlığın seyran olabileceğini düşünen bir Yavuz Turgul filmi kahramınıyım adeta, bu çağda.
 İnsan ilişkilerine dair keskin hükümlere varmaktan kaçınırım hep. Çünkü bunun bir fizik kanunu gibi formüle edilebileceğini düşünemem. Değişkendir. Mesela, ilk görüşte aşk; olmaz, demezdim ammavelakin çok da inanmazdım. Ama olabilir de insan bir insanı görünce öylece kalabilir. Belki bir daha göremem, diye her görüşünde yüzünün her ayrıntısına da dikkat edebilir. Kaşı, saçı, mimikleri, elleri, gözleri. Hem de hiç tanımadığı birisine. İçinde bir coşkuyla çok da akilane olmayan çocukluklar, çılgınlıklar yapabilir.
 Sonuç olumlu veya olumsuz olabilir. Kaybetmek ya da kazanmak da denmemeli buna. Mutluluk ya da mutsuzluk denilebilir. Çünkü bu bir savaş değil. Hırsın, egonun, ben'in ötesinde şeyler. Zaten bu duygular varsa bu sevgi olamaz. Olsa olsa basit bir elde etme isteği olabilir. İnsan sevilmeyedebilir, kimsenin kalbine zorla giremez. Olmaz bazen, ne yaparsan yap olmaz.
 İşte bu durumlarda zamanla eski mutsuzluğuna dönmek kabul edilebilir olmalıdır, insan kendini basitce teselli etmelidir: Zaten mutsuzdum diye...
 Ne kaybettik; biraz daha umut, belki de mutluluk ama hep böyle mutsuz değil miydik ?
             "Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir."
                                                                                        Cemal Süreya

10 Aralık 2016 Cumartesi

Çember-Yeni Türkü

 
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Murathan Mungan

12 Kasım 2016 Cumartesi

Haydi Söyle-Kalben


Çare

 Zaman geçtikçe daha az konuşuyorsa insan, olgunlaşmak değildir bu; bir çaresizliği kabulleniştir olsa olsa. Cevap versen neye yarar, kime neyi anlatsam, mücadele etsem n'oluru kavrayıştır ve insan varoluşunun ağır ve sancılı bir sürecidir. 
 İster bir dostuna, istersen sevdiğine anlat ya da mücadele et olmaz; kaybeder insan. Kaybetmeye mahkumdur çünkü. Zaten ölümü bile bile yaşaması en büyük kaybedişidir insanın ancak dünyevi işlere boğulur, hırsla çalışır, kibirlenir ve bu kaybedişi unutur. Ancak birisi ölünce fark eder ölümü. Durup birkaç dakika düşünür, dünyanın anlamsızlığını ve boşluğunu; sonra yine kaldığı yerden devam eder, kendince "hayat mücadelesine."
 Bu çok idealdir, hatta imrenilesidir; çünkü  insanın bir hayat karmaşası içinde yaşaması ve uğraşması hatta hiç okumayıp kültürlenmemesi, felsefi ve düşünsel tartışmaların uzağında bulunması ve kendince yorumlarıyla yaşaması başta da söylediğim gibi imrenilesidir
 Arabesk kalıpla ifade edersek "yaşarken ölmek"ten kat kat yeğdir, günü yaşamak. Oysa günü yaşayamayanlar hayattan zevk almayanlar vardır. Bunlar mutsuzdur, kaynağı farklı olmakla birlikte; kimi aştan mutsuzdur, kimi işinden, kimi yaşadığı şehirden vb. Uzar gider bu liste
 Çare; ya direnmektir, gülerek hayata katılarak ya da koyvermektir ipin ucunu. Kendi daimi mutsuz biri olarak herhangi bir çözüm önerim bu yüzden yoktur. 
    Sağlıcakla... 

Onarmak Zordur


Onarmak Zordur 


Şarkılar değil de
Hep kulaklar bitiyor,
Onarmak zordur.

Bir yürek üşümüş
Kapamış kapılarını,
Onarmak zordur.

Bir şey yitirilmiş
Hiç eskimeyecektir,
Onarmak zordur.

İnsanın içine düşen korku
Özgürlüğünden olmustur,
Onarmak zordur

Ölümü düşünmek yenilmek,
Sevmek ölümü yenmektir,
Onarmak zordur

Özdemir Asaf




3 Ekim 2016 Pazartesi

Kocişler ve Masal Evler Kişilik Bozukluğu Belirtisi

Pembe bir kurdela ile sarılmış bisküvi, fiyonk yapılmış domates, yine kurdela ile sarılmış mısır ve bu kocişko akımının zirvesi diyebileceğimiz dantele sarılmış tost…
ekran-resmi-2016-09-22-11-06-40
Tüm sosyal medya mecraları bu fotoğraflar ile dolup taşmaya başladı. Çoğu yeni evli genç kadınlar “sunum” çılgınlığıyla, Alice Harikalar Diyarı’na benzettikleri pembe, mavi renklerle dolu evlerini ve yemeklerini paylaşıp duruyorlar.
Bir grup sabah akşam hayatını süslemeli sofralara ve bunların fotoğrafını paylaşmaya adarken, bir grup insan da garipseyerek izliyor.
Peki, bu mutluluktan ayakları yerden kesilmiş, adeta masallarda yaşanan hayatlar gerçek mi? Daha önemlisi sağlıklı bir ruh hali mi?
ekran-resmi-2016-09-22-11-07-01
TOPLUMA DUYARSIZ “LA BELLE INDEFERANS” SENDROMU
Psikiyatrist, Prof. Dr. Arif Verimli bunun nedeninin cam fanusta, dış dünyanın kötülüklerinden uzak büyütülmek olduğunu söylüyor. Bunun sonucu olarak da dış dünyaya karşı duyarsız, toplumsal sorunları umursamayan “La belle indifference” da denilen güzel aldırmazlık sendromu ortaya çıkıyor.
57e25500c03c0e0cb08ac17a
DIŞ DÜNYADAN BİHABER, DUYARSIZ
Prof. Dr. Verimli bu hayat tarzının bir kişilik bozukluğu olabileceğini de söylüyor, “Batıda *Kitsch diye bir terim vardır.
Türkçe’de tam karşılığını ben bu kızlarda buldum. Bu sunumlar öncelikle komik eğlenceli ama gereksiz ve abartılı. Buna bu kadar çok titizlenen ve birbiriyle yarışan kişiler olduğunu ve ‘Kitsch’leştiklerini görüyoruz. Bu kişilerin çocukken aşırı alkışlandığını, korunduğunu, prenses gibi yetiştirildiğini, öyle kıyafetler giydirildiğini, annelerinin de bunların bir üst sınıfı olduğunu düşünüyorum. Hayalimsi ve masalsı (projeler, düşler, tüyler, kurdeleler) çocuksu yaşantılar histeride, narsizmde, histeriyonik, pasif bağımlı kişiliklerle çok sık görünür. Hayatında çalışma hayatı olmamış dış dünyanın kötülük ve sorunlarından uzak tutulmuş tanıştığı kişi sayısı az yaşamında sadece kendi dünyası olan toplumsal ve evrensel sorunlara duyarlılığı az “la belle indeferans” güzel aldırmazlık sendromudur bu düpedüz.

*Kitsch: Var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.
57e25500c03c0e0cb08ac183
HİSTERİYONİK VE NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUKLARI NASIL KİŞİLİK BOZUKLUKLARIDIR?
Histeriyonik kişilik bozukluğunda hastalar, ilgi odağı olmadıkları durumlarda rahatsız olurlar. Başkalarının yanında cinsel yönden baştan çıkarıcı ve cinselliği çağrıştıran söz ve davranışlarda bulunurlar. İlgiyi üzerlerine çekmek için sürekli fiziksel cazibe ve çekiciliğini kullanırlar, başkalarını etkilemek için yoğun bir çaba harcarlar. Gösteriş yapan, yapmacık, isteklerini çocuksu sesler çıkararak anlatan, tiyatral, cinselliğini kendi çıkarı için kullanmaya ve telkine yatkındırlar. Başkalarının dikkatini üzerlerine çekmek için çabalarlar. Övülmezse huysuzlaşırlar. Övgü görmediği yerde ağlamalar gösterirler. Güvence arayışları sonsuzdur. Çabuk güvenen çabuk aldanan kişilerdir.  Kadınlarda erkeklerden 20 kat daha fazla görülmektedir. Kişiler terapiye ve ya ilaçlı tedaviye yaklaşmak istemezler. Çünkü zaten yaptıklarının bir kişilik bozukluğu olduğunun farkında değillerdir. Hatta hastalıkları tedavi edilerek ellerinden alındığında mutsuz bile olabilirler. Ancak psikoterapide çok güzel sonuçlar alınmakta ve düşük doz ilaç takviyesiyle kişiye yardımcı olunmaktadır. Histeriyonik Kişilik Bozukluğunda yaşın ilerlemesiyle birlikte semptomlar da yavaşlar.
Narsistik kişilik bozukluğunda ise hasta kendisinin çok önemli olduğu duygusunu taşımaktadır. Başarılarını ve özelliklerini anlatır, üstünlük duygusu, grandiyözite, empati kuramama, kendini diğer insanlardan daha üstün ve özel görme, başarı, zeka, akıl, üstünlük gibi konulara kafa yorma, kendini çok sevme, kendine göre, kendi için ve kendi yararına üşünen, kıskanç, kendi çıkarları için başkalarını kullanan, aşırı bencil ve benmerkezci, özel ve eşi benzeri bulunmaz birisi olduğunu savunan, beğenilmek için her şeyi sergileyen, üstün kişi ve kurumlarla ilişkiler kurmayı hak ettiğini savunan kişilerdir. Sevgi, saygı, empati, anlayış ve duygusallık hayatlarında pek yer kaplamaz. Bu bozukluğun yapısı kronik olup tedavisi son derece zordur. Psikiyatristin telkinlerine yatkın değillerdir. Çünkü bir başkasının doğrusunu kabul etmeyi güçsüzlük sayarlar. Tedavisi oldukça güçtür. Bu kişiler aslında yapılarından pek de mutsuz değillerdir. Ancak çevresindekiler için son derece zor bir yapıları vardır.
Kaynak: Hürriyet.com

Güç

Teknolojinin son 100 yıldaki ilerlemesi, birkaç bin yıllık ilerlemenin daha da önünde. 20. yy. ın başında ve ilk yarısında gazetelerde yayınlanan "2000'li Yıllar Nasıl Olacak ?" araştırmalarının ve yayımlarının  daha fazlası gerçekleşti. Jules Verne'in "Aya Yolculuk" kitabının üzerinden bir asır geçti geçmedi, insanoğlu aya ayak bastı.
 Bugün artık evden dışarı adım atmadan tüm işlerimizi halledip alışverişimizi yapabiliyoruz. En uzaktaki yakınımızdan sosyal medya aracılığla haberdar olabiliyoruz. Beğenmediğimiz bu durumu/kişiyi sosyal medya etiketleri aracılığla saniyede linç edebiliyoruz. İnsanların elinde muazzam bir güç var. Güzel ama bunu yararlı kullanmak da çok önemli. Yani çizgi filmlerdeki gibi güç kötünün elinde olmamalı.
Peki kötülük/iyilik ölçütü nedir ?
 Sevdiğimiz-sevmediğimiz kişi ayrımına göre mi ? Hayır, tabii ki de. Güç tamamen bilgiyle alakalıdır. Bilginin tek kaynağı da ne internet ne de tv.dir. Sadece ve sadece kitaplardır. Bakın çevrenizde bu nasıl üniversite bitirmiş, bu nasıl bu mesleğin saibi olmuş, dediğiniz insanlar vardır mutlaka.
 İşte, bunun tek sebebi sadece test çözüp sosyalleşmemiş-bakkaldan ekmek almaktan aciz-çocukların yetişip bu mesleklere sahip olmasıdır. Ülkemizin okuma istatistikleri-aslında olmayan istatistikleri de denilebilir- göz önüne alındığında bu tip diplomalı ama tabiri caizse boş insanların artması işten bile değil. Ellerde cep telefonuyla, etiketlerle, bir şeylerden şikayet edilerek hiçbir yere varamayız. Okuyarak saygı duyarak ulaşabiliriz güzelliklere, doğrulara, ve mutluluğa. Bizi kurtaracak olan kitaplardır.

20 Eylül 2016 Salı

Haydar Haydar



  Ben melamet hırkasını  
  Kendim giydim eğnime  
  Ar ü namus şişesini  
  Taşa çaldım kime ne  
  Haydar Haydar taşa çaldım kime ne  

  Sofular haram demişler  
  Aşkımın şarabına  
  Ben doldurur ben içerim  
  Günah benim kime ne  
  Haydar Haydar günah benim kime ne  
 
  Gah çıkarım gökyüzüne  
  Seyrederim alemi  
  Gah inerim yeryüzüne  
  Seyreder alem beni  
  Haydar Haydar seyreder alem beni  

  Gah giderim medreseye  
  Ders okurum Hak için  
  Gah giderim meygedeye  
  Dem çekerim aşk için  
  Haydar Haydar dem çekerim aşk için  
 
  Nesimi'yi sorsalar kim  
  Yarin ile hoş musun  
  Hoş olam ya olmayayım  
  O yar benim kime ne  
  Haydar Haydar o yar benim kime ne  
 
                              Aşık Nesimi

Yaz, Gençlik, Zaman ve Mavi

 Bir yazı daha bıraktık ömrümüzün sayfalarında. Uzun uzun doyasıya yaşadık yine. Havalar serinledi, yapraklar hafif renk bozdu, kentin canlılığı yavaş yavaş silindi. Sabahın körüne döndü günler; sessiz, sakin ve ıssız...
 Güzel anılar biriktirdik, güzel dostlarımızla. Kaydettik; dün, bugün ve yarından ibaret olan seyir defterimize. Gezdik, tozduk; yedik, içtik; bol kahkakalar attık; şen ve kalabalık sofralarda. Uzaktan, yakından, eşten, dosttan selamımızı aldık, en güzel sabaha karşılarda selam verdik çöpçülere. Zamanın hızında yine kaybeden olmamaya çalıştık; çünkü geçen zamanı iyi değerlendirdik kendimizce. Zamana karşı kazanmanın tek yolu da budur zaten. Zaman ve kahkaha oranını kurabilirsek arkaya dönüp baktığımızda çok da üzülmeyiz.
 Benim için "zaman" korkunç bir bilinmezlik(enigma, muamma). Öyle ki Tanpınar'ın yalın ve derinlikli şiiri gelir aklıma zaman zaman:
 Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında.
 Çıkamam işin içinden, fazla derin gelir, kaybolurum; en sonunda da ne bileyim üzülürüm zamana; insanın zaman karşısındaki çaresizliğine. 
 İnsanın büyük bir çaresizliğidir zaman kavramı. Düşünsen dert olur içine. Hele ki yaşlanma korkusu da eklenirse. Zaman geçtikçe/yaşlandıkça artık eskisi gibi olamam korkusu bu aslında.
  Oysa hep genç kalmalıyım ben. Hep de yaz mevsimi gibi uçarı olmalıyım. Başımda hercai kavak yelleri esmeli. Denizin kıyısında olmalıyım ben Allah'ım yüzme bilmesem de olur. Maviliklere dalmalı gözlerim. Gökyüzü de yıldızlı olsun. Gece de mavi, gündüz de mavi olmalı. Ah mavi! Nelerden değerlisin sen bir bilsen. Mavi demek, yaz demek; yaz demek, gençlik demek. 
 İşte yaz, gençlik ve zaman iç içe geçmiş zincirin halkaları gibi benim için. Sanki maviden uzaklaşırsam yaşlanırmışım gibi. Yaşama sevincimi yitirir, kıyıda çırpınan bir balık oluverirmişim gibi. Sanki yaşlanırsam da mavi solar, hayattan keyif alamam, yazları da mutlu olamam gibi geliyor. 
 Maviliklere...

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Jamais vu

 Yaşanmış bir olayı ilk kez yaşıyormuş hissine kapılmak anlamına gelen Fransızca sözcük. Daha popüleri "deja vu"nun karşıtı. sadece psikolojik rahatsızlığı olan kişilerin değil normal bireylerinde yaşayabileceği bir durum. (Öncelikle bu hastalıktan muzdarip olanlar varsa şifalar dileyeyim.)
 Yaşasak güzel olabilecek bir duygu düşüncesindeyim. Tekdüzeliğin içinde heyecan katacağı kesin yaşamımıza. Ayrıca ruhumuzdaki onulmaz yaralar içinde bir tür sağaltma etkisine sahip. Neticede unutmak değil mi, unutabiliriz. Zaten unutmamız gereken çok ağır vakalar var ruhumuzda. Şöyle de denilebilir 'jamais vu' durumuna: Yaşanmışlıkları yaşanmamış saymak. Bu daha güzel ol(ur)du sanki. Hayatımıza girdiğine pişmanlık duyduğumuz insanları gördüğümüzde hiç tanımamış gibi boş gözlerle baksak yürüyüp gitsek umarsızca. Ya da yaşadığımız acıya benzer bir durumla karşılaşınca kendi acmızı hatırlamasak. Gözyaşlarımız hep içimizde kalsa ağlamamaktan kurusa gözlerimiz, yalancı gözyaşı damlaları satın alsak eczanelerden gözlerimizin kurumaması için. Bizi ağlatan her ne varsa her kim varsa gördüğümüz an bir "jamais vu" durumu yaşasak ve ardından bize bakarken gözlerini yakalasak  "Bu kim ya tanıdık mı acaba da böyle bakıyor, desek."
 Bir "jamais vu" ya baksa üzüntülerimiz. Yaşanmışlar yerine yaşanmamışlara üzülmek de tercih edilebilir hatta. Ne de olsa milyon hayalk kırıklığı var hepimizin ruhunda. Bıraktığı maddi manevi izlerle birlikte bizi yaralayan birçok olay. Zaten alkol alanların çoğunun bahanesi değil midir, unutmak için içiyorum diye. Ne güzel olur zihnimizin anlık "jamais vu" ları. Hem belki kötü alışkanlıklar üzerinde de azaltıcı etkisi olur.
 Bir "jamais vu" alıp götürse keşke yitip giden ruhumuzu. Kaybolup gelse onarılmış, çocukluk gibi tıpkı sıfırlanmış olarak.
 "Jamais vu"lara...

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Eleştiri: Osman- Beyazıt Akman

http://mcdn01.gittigidiyor.net/22994/tn30/229941954_tn30_0.jpg
 Yazar- Akademisyen Beyazıt Akman'ın son kitabı "Osman" iki cilt olarak geçtiğimiz aylarda çıktı. Ancak okuma listemde başka kitaplar olduğu için anca okuyup bitirebildim kitapları.
 Beyazıt Akman'ın ilk önce "Dünyanın İlk Günü" sonra da "Son Sefarad" romanlarıyla tanıdık. Şimdi de II ciltlik "Osman" romanı. Yazarı bilenler bilir, romanlarında kahramanların gözünden, farklı bakış açılarından ilahi bir anlatım biçimi vardır.
 "Osman" romanı da böyle: Moğol istilasının ardından; Selçuklunun, Anadolu'daki hakimiyetini yitirmesi, Bizans baskısı, Haşhaşiler, vb. irili ufaklı birçok grubun arasında ayakta kalmaya çalışan minik bir beylik. İşte bu minik beyliğin bir imparatorluğa dönüşmesi için Allah yolunda mücadele veren yiğit Osman Gazi'nin öyküsüne tanık oluyoruz kitapta, II cilt boyunca. Roman; çoğunlukla Osman'ın gözünden olmakla şövalye Mihal, Yunus Emre, Marco Polo ve her kitabında olduğu gibi Amerika'da araştırma yapan Beyazıt'ın gözünden anlatılmakta.
 Gerçekçi karakterlerle, tarihe saygılı uzun ve yıllara yayılmış-4 yıl-titiz bir araştırma sonucu yazılan bu roman yine çok başarılı, yazarın diğer kitapları gibi. Nasıl ki Ahmet Ümit cinayet romanını bu ülkeye sevdirip başlıca yazarı olduysa Beyazıt Akman'ın da tarih romanı alanında aklımıza gelen ilk isim olması işten bile değil. Her ne kadar son yıllarda Osmanlı tarihine ilgi artmış ve art arda kitaplar yayımlanıyor olsa da bunların çoğunluğu pop kitaplar ve Batı tarihçiliğinin dayatması olan haremli, efsunlu oryantalist bakış açısına sahip eserler. İşte yazar tam bu noktada kendi kültürümüzü, özümüzü bize anlatmakta. Yağlı güreşler, okçuluk, Türk çadırları, savaş taktikleri, yaşam biçimleri, dini algılayışları, Türk töresi ve Oğuzlar. Hepsi bu romanda bize anlatılmakta.
 Yazarın eseri bu alandaki zirve eser olan Kemal Tahir'in "Devlet Ana" romanından hiç de geri kalmamakta içerik olarak hatta fazlasını bile sunuyor olabilir; ancak Kemal Tahir'in o muazzam diline yaklaşamıyor. Romanın ve yazarın tüm romanlarındaki tek eksiği de bence bu. Dönemin dilini tam olarak yansıtamaması. Ancak estetik kaygıdan çok akademisyenliğin verdiği etkiyle yazar biraz da öğreticiliği amaçlıyor.
 Her ne olursa olsun alanındaki bu çok özenli hazırlanmış güzel romanı okumanızı öneriyorum.

25 Haziran 2016 Cumartesi

BAŞKA- ÜMİT BESEN




http://www.yenisarkisi.com/wp-content/uploads/2016/06/umit-besen-2016-300x300.jpg
  80'ler deyince akıllara kazınan hit parçalardan "Nikah Masası, Okul Yolunda, Islak Mendil" gibi şarkıların sahibi, nahif ve beyefendi kişililiğiyle her zaman ön planda olan Ümit Besen, 23 Haziran itibariyle "Başka" isimli son albümünü yayınladı. Albümün adı "Başka" çünkü hakikaten bu albüm bir başka. Bir rock'çı  olarak karşımızda Ümit Besen. Altyapıları harika bir albüm var karşımızda. Kendi söylediği şarkılar ve  düetlerde çok başarılı olmuş. Tek başarısız olan şarkı Bora Duran ile yapılan Nikah Masası. Bora Duran albümde aranjörlük yaptığı için bu efsane şarkıyı kendine ayırmış ama olmamış. Sarp'ın 2000 yılında cover'ladığı Nikah Masası'nın  yanına bile yaklaşamamış. Oysa bu efsane şarkıda kulaklar bir Tarkan bir Şebnem Ferah arıyor. Onun dışında, Cem Adrian-Islak Mendil, Okul Yolunda-Feridun Düzağaç, Seni Unutmaya ömrüm Yeter mi ?- Pamela, Bir Anda- Pinhani düetleri çok güzel. Hele ki Pamela düeti en harikası olmuş.
Tek söylediği şarkılarda ise Aşk Durdukça, Yokluğunda, İstanbulda Sonbahar, Hatıralar çok güzel omuş.
 Çok dalga geçilen 80'lerin içinden gelip günümüzün alt yapılarına, şarkılarına hiç sırıtmadan evrilen ve başarıyla bu işi kotaran sanatçı, akıllara rahmetli Müslüm Gürses'i hatırlatıyor. Dile kolay neredeyse 40 yıla yakın zaman ve 3 kuşağa hitap etmek muazzam bir başarı.
 Severek dinlenilesi çok güzel bir albüm olmuş. Ağzına sağlık Ümit Besen.
Ümit Besen & Pamela- Seni Unutmaya Ömrüm Yeter mi ?  



22 Haziran 2016 Çarşamba

Edebiyatın Üstüne Basıp Geç

Edebiyat dergiciliğinin iniş çıkışları içinde kelebek güzelliğine sahip olmakla yetinmeyip yayımladığı derginin ömrünü uzun mu uzun düşünen, dolayısıyla yaptığı işi daha baştan gerçekten ciddiye alan dergicilerin sayısı çok değil. Alınan bütün yollara rağmen hâlâ kısıtlı kalan yayıncılık dünyamızda bir edebiyat dergisinin ömrünü uzun tutmak için hem içeriği sağlam ve kalıcı tutmak gerekir hem de ona nitelikli bir biçim vermek. Belli bir periyot içinde sürekli yenisi yayımlanan derginin her sayısının ilgi çekici olmasını sağlamak, okurun ödediği paranın karşılığını pırıl pırıl biçimiyle de aldığı bir dergi yapmak.
Peki son zamanlarda nitelikli edebiyat dergilerini bulundukları yerden ite kaka uzaklaştırmaya başlayıp ortalığı kaplayan tuhaf dergiler topluluğunun bu anlattıklarımız içindeki yeri nedir? Onlar da edebiyat dergisinden sayılıyor. Tümü birden her ay neredeyse yüzlerce edebiyatçı-yazarı konuk ediyor. Popüler olmaya çalışıyorlar ve daha çok okura ulaşmak için büyük bir yarış içindeler. Birdenbire, pıtrak gibi nereden çıktı bu dergiler, gerçekten şaşırtıcı.
Yolun başında Ot var. (Ondan önce Öküz ve Hayvan vardı ama onlar ayrı hikâyeler olarak uzakta kaldı.) Sonra ötekiler ondan çıktı. Ne oldu da bir dalga suyun üstünde kalanları kıyıya vuruverdi. Öyle görünüyor ki, siyasetin, popüler kültürün ve paranın bir araya gelerek oluşturduğu tuhaf bir piyasa oluştu. Bu dergiler arasında siyasal bir çevrenin sahipliğinde olan da var, kendini kadın dergisi olarak tanımlayan da, epeyce hırsla öne atılma güdüsü içinde yaşayan da, edebiyatı tuhaf bir yozlaşmaya uğratan da var da var.
Kapağa Frida Kahlo’nun kült resmini çıkarıp, “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” başlığını atınca, birçok tavır bir anda verilmiş oluveriyor. Sonra okuru canevinden yakalayan yazarları, şairleri, sanatçıları ön ve arka kapaklara yerleştirmek gerekecek. Ve bütün kapaklarda elli yıl öncenin kara-çizgileri. Bunu ötekiler yapıyorsa sen de yapacaksın, yoksa yarışta geride kalırsın. İlle de Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Veli, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Tezer Özlü, Neşet Ertaş, Müslüm Gürses, Ahmet Kaya... âdeta baş döndürüyor. Kafka da olmazsa olmaz, bilen bilir, onun satışı garantisi hep vardır.
Peki okur, derginin içinde, kapağa çıkarılan yazar ya da şairle ilgili ne bulacaktır? Bir, belki iki yazı, o kadar. Çünkü vitrindir onlar, sevenleri hep bulunur. Sonra da her sayfada tanıdık bir ad. Popüler olmak için zorunludur bu. O yazarlardan da vapurda, otobüste ya da yürürken çabucak okunan yazılar yazması beklenir. Bu dergilerde yayımlanan yazıların kalıcı olacağını, yazarlarının o yazıları neden sonra kitaplarına alacaklarını düşünebiliyor musunuz? Ben sanmıyorum, bir edebiyat okuru olarak yapmamalarını da beklerim.
Popüler olmanın iki ucu var ve ikisi de berbat değil. Biri olumlu anlamda yaygınlık kazanmayla anlatılabilir ama öbürü fena. Sözgelimi bu ülkede en çok satılan roman, Yaşar Kemal’in ölmez eseri ‘İnce Memed I’dir. Belki herkes ‘İnce Memed’in yayıncısı olmak ister ama varsa yoksa hemen çok satmak. Elif Şafak’ın ‘Aşk’ romanı bir yılda neredeyse bir milyona yakın satıldı. Büyük iş. Ahmet Altan’ın yeni romanı da birkaç ayda yüz binden çok satılıverir. Ama kırk yıl sonra da satılır mı Ahmet Altan’ın o romanı, bunu kimse söyleyemez. Oysa ‘İnce Memed’ altmış yılda en çok satılan roman oldu ama yüz yıl sonra da okunmayı sürdüreceğini pekâlâ söyleyebiliriz.
Bu dergilerin yarattığı ortak dil, sözde sokak dilinden geliyor. Aslında bu dil, lümpen dili. Bu dile de zorunlular. Mizah dergilerinden, Öküz’den, Ot’tan gelen bir dil bu. Gırgır dergisi zamanında toplumsal ve siyasal bakımdan büyük bir işlev görürken karikatür sanatını sanat olmaktan çıkarmıştı. Aslında tipik bir postmodern kültür karşılığıydı Gırgır. Herkesin yaptığının karikatür olduğu düşüncesi böylece kök saldı. Bu ‘popüler edebiyat dergileri’ de yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açmaya çalışıyor. Açılan boşluğa koşan sayısız yazar nasıl olsa var. Popüler olanın temiz ucunu işe yaramaz gördükten sonra ister istemez sokaktaki insanı en zayıf yerinden yakalamaya çalışırsın.
 “Herkesçe paylaşılmak için üretilen kültür ürünü pornografiktir” diyor Adorno. ‘Popüler edebiyat dergileri’nin ürettiği her şeyin herkesçe paylaşılmak bir yana, bir adım daha öne geçerek herkesçe yapılabilir olduğu düşüncesi de pornografinin aslında nerelerde aranması gerektiğini gösterebilir.
Peki bu dergiler niçin hep aynı tezgâhtan çıkıyormuşcasına birbirine benziyor? Aynı kâğıt, aynı baskı kalitesi, aynı kapak anlayışı, aynı iç sayfa düzeni, aynı başlık ve spot yaklaşımı, aynı renk kullanımı ve aynı dil. Sayfalardan fışkıran uyumsuz renk cümbüşü. Bu dergilerden birinin altmış sayfasında kaç renk olduğunu sayabilir misiniz? Yüzlerce. Bu kitsch tasarım anlayışının belli ki kolaylığı da var, bilgisayarda yaparken düşünmenize gerek yok. Her yazının altına renkli bir zemin, boş bulduğunuz alanlara farklı renkler.
Popüler kültür her şeyi birbirine benzetmeye çalışır, bunu amaçlar. Aynı kulvarda bulunanları ortak olana benzemeye koşullar. Çünkü sürüden ayrılan atların vurulacağını düşünür, korkar bundan.
Gene de edebiyat dergisinin aynı zamanda bir estetik nesne, dolayısıyla kapağından içine varıncaya dek nitelikli bir tasarım ürünü olduğu anlayışını yerleştirmeye çalışan dergicilerin on yıllardan beri harcadıkları emekle açılan yolun bu kadar hoyratça geriye çevrilmesini kabul etmek zor.
Peki bu dergilerde yayımlanan metinlerin gerçekten edebiyat metinleri olduğu söylenebilir mi? Bir ay boyunca sayılamayacak çoklukta öykü yayımlıyor bu dergiler. İzlenimlerin, duyguların, düşüncelerin, acıların ve hüzünlerin içten geldiği gibi dışavurulduğu öykülerin yazınsal ölçütlerle değerlendirilmesi neredeyse olanaksız. Sağanak gibi gelen ağdalı, süslü sözler yazılanların belirleyici özeliklerinden. Süslü dilin edebiyat dili olmadığı, bayağılık olduğu demek yeterince anlatılamadı. Herhangi birinde yayımlanan bütün öyküleri okuyunuz, aklınızda ne kalıyor, gerçekten bir edebiyat metni okuduğunuzu düşünüyor musunuz, deneyebilirsiniz.
Geniş bir okur çevresine her ay ulaştıkları düşünülürse, bu dergilerin edebiyatın bu olduğu yanılsamasına güç verdikleri kuşkusuz. Piyasanın ve popüler kültürün açtığı yaralardan sonra buna katlanmak epeyce zor.
Amentüleri şu: Okur bu yazılanları seviyor, biz de okuru seviyoruz. Sürekli nitelikli edebiyat vurgusu yapan elitist edebiyatçıların karşısına bütün yazanların önünün açıldığı bir demokratizm çıkarılmış oluyor. Böylece popüler olana büyük değer, hatta misyon. Alkışlanacak mı?
Oysa aşağı kültürün demokratik sayılması, sonunda kültürün sonsuz yenilgisine giden bir yanılsamadır. Böylece okur sayısı artacak, edebiyat yaygınlaşacak sanılır. Oysa 1 liraya kitap satan yayıncıların ne edebiyata, ne kitap okurluğuna bir liralık katkısı oldu. Kötü olanı aslının yerine geçirir, arabeske yüksek kültür muamelesi yaparsanız, nitelikli olana yüz vermeyenlerin sayısını çoğaltırsınız.
Piyasa dergileri coşkuyla yaşanan bir partinin sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış görünüyor. Çırılçıplak soyunmuş, giysilerini aynaların üstüne atmışlar. Ama onların ortak eğlencesi buradan farklı görünüyor. İçerdekiler ne yaptıklarının farkında mı değil, yoksa inandıklarının şehvetini mi yaşıyorlar? Kendi piyasa kültürlerinin yaratıcısı olmaya başladıklarını düşünüyorlar belki ama o piyasa kültürünün öznesi olmak hiçbir zaman onlara düşmez.
Niteliksiz olanın, popüler kültürün yelkenlerini şişiren yönü belirsiz bir rüzgâr esiyor şimdi. Dindiğinde arkada bir enkaz mı kalacak? Gören görüyor ama oralarda yazanların çoğunluğu görmüyor ki yelkenlere üfleyip duruyorlar. Ciddi bir kültür sorunu bu.
                                                              Radikal Kitap/Semih GÜMÜŞ

 http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/edebiyatin-ustune-basip-gec-434257

19 Haziran 2016 Pazar

BABABABALAR GÜNÜ!

Ne zamandır yazmıyorum, yazmak istiyorum ya da istemediğim de oluyor. Üşendiğim de oluyor; okuyup izleyip biriktirdiğim de. Netice de dolmuş taşmış bir bir yazar değilim. Nacizane bir blog yazarıyım. Ancak bugün yazmadan duramadım.
 Evet, bugün Babalar Günü. Bizim en kıymetlilerimizden olan canlarımızın günü. Kutlayalım, nitekim kutluyoruz da fakat gözümüze sokmayalım. Sinirliyim ve kızgınım. Yazıma bir giriş yapamayacak kadar hem de. Sabahtan beri sosyal medya hesaplarımda bir yapış yapış, bir vıcık vıcık Babalar Günü kutlama ve anma etkinliği var. Methiyeler düzüp dünyanın en kıymetli ve adam gibi adam(!) babasının kendilerinde olduğuna dair açıklamalara girişmiş durumda arkadaşlarım. Özellikle gitgide lümpenleşen Facebook bu konuda başı çekiyor.
 Yahu ayıptır, el insaf! Babası olmayanlar var orada. Babasını küçük yaşta trajik biçimde kaybedenler-ki baba kaybı nasıl olursa olsun illa trajiktir- ya da babasını hayatında hiç görmeyenler var. Veyahut hayatında evlat sevgisi yaşayamamış insanlar var. Çok şükür babam sağ. Birçok arkadaşımın babası da sağ. Allah'ta uzun ömürler versin ammavelakin bu açık ve net görgüsüzlüktür.
   Evet, babaları müthiş insanlar bu arkadaşlarımın; ancak keşke o müthiş babalar, anneler - anneler gününde de müthiş anneler- bu arkadaşlara biraz görgü ve empati öğretselermiş. Çağımızın müthiş kavramlarından birisi de "empati" halbuki. Sorsan herkes sadece kendi çevresine değil, tüm dünyaya empati ile bakıyor. Çin'deki köpek festivaline karşı çıkıyor, Arakan müslümanlarına üzülüyor, Orlando vb. katliamlara karşı çıkıyor. Hepsi reklam, hepsi gösteriş!!
  Hepsi basit birer sempatiden, "Ay canım, vah vah!" duygusundan ibaret. Çoğunun Babalar Günü paylaşımları da samimi değil; diğer birçok paylaşımları gibi. Ancak özellikle Facebook'un iyice bir mahalle ortamına ve dönmesiyle insanlar da eşine, dostuna-küs olup da arkadaş sayısı düşmesin diye arkadaşlıktan çıkarılmayan-akrabasına inat ultra-mutlu görünüyor. Yiyor, içiyor; kocasıyla mutlu; çocuğu desen dahi; karakteri zaten evliyalık! mertebesinde ve hep nedense o sırtından vurulmuş; kimseyi satmamış, satılmış; aşkların en yücesini yaşayıp sevdi mi tam sevenlerden olmuş!
 Bu çılgın gösteriş ve riyanın ortasında izleyip gülmemek elde değil. Çoğunlukla gülüyorum da zaten. E sinir olduysan kapat kardeşim feys'ini de diyebilirsiniz; ancak sevdiğim futbol takımını; sevdiğim bir sanatçının konserini, yeni albümünü; ya da sevdiğim bir dostumun sahici mutluluğunu da görmek de istiyorum. İnsanlara da saygı duyuyorum alabildiğine; ancak böyle günlerde en azından dilimizden düşürmediğimiz "empati" kavramına müdahil olabiliriz biraz. Onu da boşver İslam dinindeki en manevi aydayız. Nefsimizi köreltmenin hazzını yaşamaya çalıştığımız zamanlardayız.
 Esas sorun bence şu: İnsanlar, ellerindeki makineler kadar zeki değil !

11 Mart 2016 Cuma

Mükemmel Boşluk-2

 Bugünlerde bir albüm almak isterse canınız, Redd'in 4 Mart tarihinde çıkan "Mükemmel Boşluk" albümünü öneririm sizlere.
 Ocaktan beri beklediğimiz bu albüm, nihayet geçen hafta bizlerle buluştu. En az 10 kere dinlediğim bu albüm başlı başına etkiledi beni diyebilirim. Redd farklı olmayı denemiş ve bunu başarmış. Hele ki altyapılar bambaşka. İnsanın bu farklı sound'dan etkilenmemesi mümkün değil. Hatipoğlu kardeşlerin ayrılığından sonra bambaşka ve iddialı bir yola yönelmiş Redd anlaşılan ve bunu da başarmış.
 Tenor Doğan Duru'dan başkasına söylemesi yakışmayan hatta söylenemeyen şarkılar harika. Sözler ise Kafkaesk, mazoşist, depresif ve malankolik.
  Mesela "Bugün Herkes Ölsün İstedim" şarkısında,
 "Sen kalbimi durdurdun, dünya dönmesin dursun." dizesinde itiraf edemediğimiz en yalın duygumuzun ifadesi var aslında: Aşk acısı çekiyorum ve dünya yansa da umrumda değil. Çünkü benim bir acım var.
"Düşüyorduk, uzaydan bakınca
Ama aslında yükseliyorduk dünyadan.
Mutluyduk, uzaktan bakınca
Ama aslında kanıyorduk aşkla,"
"Kanıyorduk" şarkısının dizeleri de insanı bu dünyadan çekip alan, verdiğimiz basit mücadelelere, zayıflığımıza-özellikle aşk karşısındaki- dikkat çekmekte.
 Bunun gibi sözler, deyişler, tamlamalar; hem de deneysel tatta. "Kalp müzesi" tamlaması da buna dahil. Ama en güzeli albümü baştan aşağı tekrar tekrar dinlemek.
 Bugün Herkes Ölsün İstedim:
Düşüyorduk Uzaydan Bakınca Ama Aslında Yükseliyorduk Dünyadan. Mutluyduk Uzaktan Bakınca Ama Aslında Kanıyorduk Aşkla.

Kaynak: http://www.sozleridinle.net/2016/03/redd-kaniyorduk-sarki-sozleri.html
Bugün Herkes Ölsün Istedim Çünkü Seni Çok Özledim. Bugün Şehir Yok Olsun Istedim Çünkü Seni Çok Özledim.Sen Kalbimi Durdurdun Dünya Dönmesin Dursun.

Kaynak: http://www.sozleridinle.net/2016/03/redd-bugun-herkes-olsun-istedim-sarki-sozleri.html
Bugün Herkes Ölsün Istedim Çünkü Seni Çok Özledim. Bugün Şehir Yok Olsun Istedim Çünkü Seni Çok Özledim.Sen Kalbimi Durdurdun Dünya Dönmesin Dursun.

Kaynak: http://www.sozleridinle.net/2016/03/redd-bugun-herkes-olsun-istedim-sarki-sozleri.html

29 Şubat 2016 Pazartesi

Hafızayı Silen İlaç

 Bilim adamları, nihayet insan hafızasını silen ilaç keşfetmişler. Hayır, hayır; İsviçreli olanları değil, bu sefer Fransız bilim adamları yapmışlar bunu. Benim de yıllardır beklediğim ilaçtı doğrusu. Kendilerine sonsuz şükranlarımı sunuyorum öncelikle, ammavelakin kötü anılar kadar iyi anıları da silmesi korkutuyor beni. Nitekim öyleymiş de. Ancak iyi ve kötü anıları bir teraziye koyduğumuz zaman, mutlaka kötü anılar ağır basar. Çünkü en büyük acı, her insanın kendi acısıdır ve de toplum olarak da bayılırız insanlara bunun havasını atmaya. Şöyle uzaklara bakıyormuş gibi yapıp "Ben neler çektim." ya da "Ben ne acılar yaşadım bee !" demeye bayılırız. Çünkü toplum arabeskle yoğrulmuş, damarlarımızda kan yerine çoğu zaman acı gezmiştir. En sevdiğimiz başımızın tacı yaptığımız şarkıcılar bile arabesk/fantezi müzik kategorisindendir. Acıklı olmayan şarkı ve şarkıcıları ise "hafif" buluruz. O yüzden de pop müziğe TRT sunucularının da katkısıyla "Türkçe sözlü 'hafif' Batı müziği" demişiz zannımca.
 Mutluluğa da alışkın değilizdir zaten. Korkarız. Çok gülsek "Ağlamasak bari, başımıza bir şey gelmese." deriz. Çok gülene iyi gözle bakılmaz, hele hele kahkaha ise yer yer ayıplanır.
 Neyse konuyu dağıtmayalım, ilacın çevresinde gezinelim. İyi anılar kesinlikle daha çoktur; ama kıymetiniz bilmeyiz biz o anların. Kötü anılar ise daha acı verici olduğu için daha çok zannederiz. Eğer ki denk bile olsaydı iyi ve kötü anılarımız, kesinlikle intihar etmiş olurduk çoktan. Hem yine bir yerlerde beynin kendini koruma amacıyla kötü anıları zaman geçtikçe uzak belleğe attığını okumuştum. Zaten bu ilaçtan bir korkum da her acı çekenin eczaneye yanaşıp alması ve milletçe zombi olarak dolaşmamız. Allah muhafaza. Ya ergenler. Eyvahlar olsun, her aşk acısı çeken ergen yanaşıp eczaneye bu haptan almaya kalkarsa. Aile hekimine yazdırmaya giderse. Hastaneden çekilmiş serumlu fotoğraflar gibi Facebook, Instagram dolarsa bu hapla çekilmiş ve altına da yazılmış özlü sözlerle. Mesela haplı fotoğraf, altında da bilumum yazım ve noktalama kuralının olmadığı şu yazı:
-Artk kadehlerde yhetmior seni unutmama haplarda teselii arıorum~~*:(   vb.
 Bu ve benzeri durumların üzerinde düşünüp ilacın sosyal etkilerinin araştırılıp ithaline öyle karar verilmesi gerekir. Neyse herkese az acılı, bol gülümsemeli hayatlar... :)

Not: Bu yazı insanları bir nebze güldürmek amacıyla yazılmıştır.   

24 Şubat 2016 Çarşamba

Mükemmel Boşluk

 Sözlerine, müziklerine hayran olduğum Redd grubu, uzun bir aradan sonra yine harika bir albümün yolda olduğunun ipucunu veriyor bize, yayınlanan bu şarkısıyla. Albüm 4 Martta çıkıyor.
  E haliyle blogumun ve mottosunun isim babası olan bu grubun reklamını da yapmam gerekir :)
Redd-Aşk Virüs:


Kimse bu kadar kalbimi yormamıştı.
Kimse dünyayı içimden taşırmamıştı.
Kimse beni alabora etmemişti.
Kimse beni koleksiyonun kötü parçası gibi hissettirmemişti.
Ah senin kadar, oo senin kadar 

Seni hecelere böldüm 
Adına bin defa sövdüm 
Yine de hep ben öldüm 
Kendimi başkalarına gömdüm

Kimse aşkı bir virüse çevirmemişti.
Kimse bu kadar plastik sevişmemişti.
İçine yanıp yapışıp çekip gitmemişti.
Kimse beni şekeri biten sakız gibi tükürmemişti.

Eleştiri: Yalancı Tanıklar Kahvesi




 Anadolu'da bir yerlerde Adliye binasının karşısında yalancı tanıklık yapanlardan almakta Vedat Türkali'nin bu güzel romanı adını.
 70'lerin sonunda adım adım darbeye giden süreci ele almakta yazar. Ağa oğlu Muhsin'in okumaya geldiği Ankara'da yaşadıklarını, dönemin siyasi havasını, aşklarını, cinselliğini ve çaresizliğine tanık oluyoruz ustanın bu romanında.
 Solcu Muhsin, babasına işçinin ve köylünün hakkını gasp ettiği gerekçesiyle karşıdır, kavgalıdır, ama parasını harcamaya devam eder. Sevdiği kadınla arası gelgitlerle doludur. İdealleri ve sevdiği kadın arasındadır. En yakın arkadaşı Salih, Filistin'e kamplara gider. Fide Kitabevinin sahibi, akıl hocası Nedim Hoca ise din ve sol üzerine kafa yormaktadır.
İşte Muhsin bu karmaşık ortamda ve zıtlıkların arasında oradan oraya savrulmaktadır. Kararsızdır, ne yapacağına karar verememektedir. İçine düştüğü durumu sorgulamaktadır; ama bir sonuca varamaz. Sevdiği kadın terk edip gider, yarı yolda bırakır adeta. Zavallı Muhsin onu unutamaz ama o bir evlilik bile yapmıştır hatta. Ya tüm hayatını ortaya koyduğu, uğruna zindanlarda yattığı ideolojisi ?
 Onu da sorgular; Salih başka, Nedim Hoca farklı çözüm önerileri üretir;olmaz. Yeniden okula gitmeyi dener, olmaz. Korkunç bir bocalamanın içerisinde yapayalnızdır Muhsin. Muhsin'in bireysel, ideolojik ve varoluşsal sancılarının arka planında ise dönemin siyasi olaylarını izleriz: Maraş, Çorum olayları başta olmak üzere.
 Dilinin sadeliği ve Türkçeye verdiği önem ise çok hoş hakikaten. Davetli yerine "çağrılı" kelimesini kullanacak kadar olsa da.
 Kitabın sonunda ise yazarın muazzam bir metaforik göndermesine tanık oluruz: Muhsin'in babasının cenazesi ve 12 Eylül darbesi aynı güne denk gelir. Muazzam filmlerin final sahneleri gibi çarpıcı bir göndermedir. Ve son; Muhsin, baba olacağını öğrenir ve  bu da bir nevi göndermedir, her yok oluştan sonra yeni umutların var olabileceğine dair.
 Yazar Vedat Türkali, her daim içinde bulunduğu sol bakıştan yaşadıklarını yazar. Sadece yaşadıklarını yazması kendisine getirilen bir eleştiridir de aynı zamanda. Ancak, bu siyasi-anı romanlarının dili, anlatımı, yalın Türkçesi, diyalogları ve monologları bizi eşsiz bir yolculuğa çıkarır.
"Güven" romanı II. Dünya savaşı'nı, "Bir Gün Tek Başına" 60'ları, "Yalancı Tanıklar Kahvesi" ise 80 öncesini anlatan romanlar. Vedat Türkali romanlarını okumak isteyenlere de tavsiyem, bu sıralama içerisinde okurlarsa daha güzel olacağı yönünde.

Veda

            HARPER LEE ve UMBERTO ECO


 İki büyük yazarı kaybetti edebiyat dünyası geçtiğimiz günlerde:
 1960'ta yazdığı "Bülbülü Öldürmek" ve bundan tam 55 yıl sonra yayımlanan "Tesbih Ağacının Gölgesinde"  romanlarıyla tanınan 89 yaşındaki yazar Harper Lee.

 "Gülün Adı" ve diğer kitaplarıyla tanınan 20. yy'ın önemli yazarı ve fikir adamı,
 Umberto Eco.
İkisinine de bize bıraktıkları ölümsüz eserleri için sonsuz teşekkürler...

14 Şubat 2016 Pazar

Küs

 Dağlara küsüyorum kimsenin haberi yok, susuyorum kendime dair cümlerlerin içinde. Sessizlik büyüyor içimde, susmak ne çare ki. Korkuyorum kendimden değil korkum çığlığımın dağları ürkütmesinden.
 İnsanlara da küsüyorum, beni anlamadıkları için. Cevap vermeye dermanım yok çünkü.
 Hayallerime de küstüm onlarda yok artık. Ya gerçekleşmediler ya da gerçekleşecek kadar yakın değillerdi. Ben bir hayalperest çocuktum.
 İçimdeki çocuk da küskün şimdi. Hiç gülmüyor; ne çocukça şakalar yapıyor ne de çocukça gülüşler saçıyor etrafına. Çocukluk için yaşlanıyor, gençlik içinse çok erken diyor: Araf!
  Hele ki kuşlar uğramaz oldular pencereme. Yoksa onlar mı bana küstü; yok yok ben başımı gökyüzüne çevirip bakmıyorum uzun zamandır.
 Dünya sanki o değil de siyah, simsiyah; ara sıra da kül rengi. Kaotik, Kafkaesk, karmaşık; anlaşılabilir değil. Ancak uzun uykular kurtarıyor beni.
  Ne bu dünyayı anlayabiliyorum ne de bu dünya beni anlıyor. Biz iki ayrı dünyayız sanki: dünya ve ben. Zihnim yorgun, düşüncelerim savruk. Boşluk derin, benlik yitik.
 Velhasıl kelam bir derin boşluk,
 Velhasıl kelam bir küskünlük,

13 Şubat 2016 Cumartesi

Övgü: İftarlık Gazoz

 
 Türk sinemasında-hiç abartmadan söylüyorum-3. uzun metraj filmiyle "Yüksel Aksu sineması"ndan bahsedebiliriz artık. "Dondurmam Gaymak" (2006) ile Türkiye'nin Oscar adaylığını yapan 2011'deki "Entelköy Efeköy'e Karşı" filmi ile de  çevrecilik sorunlarını ve çıkar ilişkilerini ele alan Muğlalı yönetmen 2016 yapımı "İftarlık Gazoz" ile bize bambaşka bir Ege hikayesi daha sunuyor.
  70'lerin Türkiye'sindeki Adem(Berat E. Çağlar) ilkokulu başarıyla bitirmiş yaz tatilinde de gazozcu Cibar Kemal(Cem Yılmaz)in çırağı olmuştur. Yaz tatiliyle Ramazan ayı da birleşince bir de Adem sınıftan arkadaşı-aşık olduğu kızın-oruç tuttuğunu öğrenince oruç tutmak ister ve zor bir sınav verir bu uzun Ramazan günlerinde. Deniz'in kenarında yaşlı teyzenin zorla bir şeyler yedirmeye çalışması sahnesi de müthiş.
  O yıllarda Ege'de yaygın biçimde yapılan tütüncülük-ki o tütün toplama sahnesi müthiştir- dönemin siyasi ilişkileri, gitgide artan kamplaşma, sosyo-ekonomik yapı, emek mücadelesi kendisi de sosyalizme gönül vermiş yönetmen tarafından oldukça başarılı biçimde anlatılmakta.
 Yüksel Aksu'nun her filminde zaten sol bakış açısını komedi diliyle anlattığını görüyoruz.
 Filmin bizi hep güldürmesini beklerken ağanın oğlu solcu Hasan(Yılmaz Bayraktar)ın tütün tarlasında vurulmasıyla-fondaki Cemalım türküsü de Erkin Koray'ın sesinden sahneyle müthiş bir uyum göstermiştir- bizi birden hüzünlere gark eder yönetmen. Yetmez, açılışta gösterdiği açlık grevi sahnesine 80'li yıllara gider ve Adem'in devrimci mücadelesine tanık oluruz. Açlık grevin de yaşamını kaybeden Adem'in  cenazesinin uğurlanışı ve mezarlıktaki defin sahnesiyle bizi yıkarken sevdiği kıza verdiği gazoz kapaklarının mezarlığa bırakılmasıyla artık yanaklarımızdan yaşlar süzülür.
 Filmde herkes Cem Yılmaz'ın  oyunculuğunu övmesine rağmen Muğla ağzını tam olarak yapamadığı için ben pek ısınamadım açıkçası. Benim oyunculuğunu en beğendiğim kişi Adem'in annesi Gülizar rolündeki Ümmü Putgül.
 Dondurmam Gaymak'ta tamamen Muğlalı oyunculardan oluşan kadrodan sonra bu filmde de yine Muğlalı oyunculardan vazgeçmiyor yönetmen. Yerel birçok ismin dışında profesyonel oyunculardan da yararlanıyor. Gülizar rolündeki Ümmü Putgül Bodrumlu, Adem'in babası Yörük Osman rolündeki Osman Avcı'da Fethiyeli.
 Yüksel Aksu sanki yönetmenlik yapmıyor, eline bir kamera verilmiş ve sanatsal açıdan bize çocukluğunu anlatıyor. Politik mesajların sadece dramla değil, komedi ile de anlatılabileceğini söylüyor. Acıların bu ülkede sadece doğuda ya da kırsalda değil şirinlği ile meşhur bir Ege kasabasında da geçebileceğini anlatıyor.
 Her filmde sinema dilini adeta katlayan, yönetmen Yusuf Kurçenli'nin çırağı-ki filmi ona ithaf etmiştir- hem eğitimli hem halkın dilinden anlayan, içinden gelen Muğla'nın gururu ve hemşehrim, goca Molalı Yüksel Aksu'ya sinema yolculuğunda sonsuz başarılar diliyorum.

11 Şubat 2016 Perşembe

Kurşuni Renkler

 Ne zaman ölüm aklıma gelse bu şarkıyı açarım. Aklımda ölüme dair en küçük bir kırıntı olmasa bile bu şarkı ağır gelir. Ruhumdaki arabesk acılardan ziyade yaşamak bu şarkıdan sonra  ağır gelir bana. Zaten şarkının sözleri de esrarı da bundandır. Sezen Aksu'nun sözlerini yazdığı Onno Tunç'un bestelediği bu şarkı 85 yılına ait. Ancak ilk olarak biz onu 97 yılında Göksel'in "Yollar" albümünde dinledik. Sezen Aksu ise yaklaşık 25 yıl sonra 2009'daki "Yürüyorum Düş Bahçelerinde" albümüne aldı. Durduk yerde zaten dinlemem, dinleyemem bugün de bu yazıyı paylaşmak ve dinlemek için sadece bir kez dinledim. Zaten sözler yaşama sevinciniz zirvedeyken bile sizi alıp bir anda yerle bir edebilir.Sanırım yeterlidir:
Ve güneş aynaya baktığımda çizgilerden
Yeni bir yüz gösterecek üzülerek biraz
Sezen Aksu mu, Göksel mi derseniz ise cevabım kesinlikle Gökseldir; ancak 85 yılındaki piyano başındaki Onno Tunç'lu video da nostaljik kaydı ve sesiyle güzeldir vesselam.
Göksel'den Kurşuni Renkler:

Sezen Aksu'dan Kurşuni Renkler:
Bir sabah saçlarımı okşayıp da rüzgar
İzlerini sürüp de gidecek beyaz beyaz
Ve güneş aynaya baktığımda çizgilerden
Yeni bir yüz gösterecek üzülerek biraz
Yok olmaz erken daha
Biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz
Ne olur baharlarımı bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz
Yok olmaz dur
Dur gidemezsin
Gözlerimin rengi dur
Bulutlara dönemezsin
Yok alamazsın
Beni deli zaman
Ömrüme o kurşuni renkleri süremezsin
O gün başka renkte ağaracak biliyorum
Ve zorla değil ya o rengi hiç sevmiyorum
Ne olur sanki biraz daha zaman verseniz
Yıllar öfkenizi hiç mi hiç anlamıyorum

18 Ocak 2016 Pazartesi

ROCKY BALBOA


  94 yılının soğuk bir kış gecesinde 7-8 yaşındayken görmüştüm onu. Hiç unutmam atv'deydi. Sabah okulum vardı ama geç saate kadar bir boksörün karlar içinde yaptığı antrenmanlarla dev rakibini yenişini izlemek beni çok ama çok etkilemişti ki bu filmi izlediğim geceyi bile unutmuyorum. Bu film-Rocky IV- bir efsaneyle tanışmamı sağladı: ROCKY BALBOA.
İtalyan Aygırı: Rocky Balboa
İşte İtalyan aygırıyla yaklaşık 22 yıl önce böyle tanıştım ve hayranlığım hiç azalmadı. Evde yastıkları duvara dayayıp az yumruklamadım. Sylvester Stallone'nin namıdiğer Sly'ın bile sıfır puan verdiği Rocky V'i bile ben severek izledim. Şu anda boynumda taşımama sebep boks eldivenli kolyeyi oğluna hediye edişi bile beni etkiler. Zaman zaman "Gonna Fly Now", "Eye of Tiger "gibi kült müziklerini açar mest olurum.
  40. yılını aşan bu mazzzam serinin-ki Bond serisinden sonra zannederim sinema tarihinin en uzun serisi- hazır son filmi "Creed" gösterime girmiş Rocky yeniden gündeme gelmişken hayranlık duyduğum bu seriye bi yazı yazmayı da borç bilirim.
  Sly zor şartlar altında yetişmiş, anne baba kavgalarına şahit olmuş ve anne-baba ayrılığının ardından sonra küçükken geçirdiği yüz felcinden ya da lisede dayak yediğinden ötürü yüzünün sol tarafını kullanamaz; mimikleri de zayıftır, yüzünün sol kısmında. Ve o oyuncu olmak istemektedir; ancak herkes ona oyuncu olamayacağını söyler. Miami'ye oyunculuk okuluna gider, ancak yarıda bırakır.
70'lerin başında soft porn bir filmde rol alır. Bir gece tv'de Muhammed Ali-Chuck Wepner maçını izler. Kimsenin şans vermediği 5. raundu bile görmesini beklemediği Wepner'in Ali karşısında 15. raunda kadar ayakta kalmasını ve maçın bitimine 19 saniye kala nakavt olmasından etkilenerek bir boks filmi senaryosu yazar.
                      Rocky'e ilham veren M. Ali- C. Wepner maçının son raundu
Senaryosunu bu maçtan alan film de boksör Rocky'nin isim babalığını da efsanevi İtalyan namağlup boksör Rocky Marcianno'dan alır. (Marcianno 56 maçının hepsini kazanmış, sadece ikikere yere düşmüştür.) Rocky'nin yaşam öyküsünde de dipten, varoşlardan gelmesinde de Marcianno ve Sly'ın hayatından izler vardır. Rocky'nin boks tekniğinde de açıkça Marcianno etkisi vardır. Açık ve yumruk yiye dövüşmesinde. Creed'in dövüş tekniği ise birebir Muhammed Ali'dir. Hatta 1977 Oscar törenlerinde Sly ödülünü alırken Muhammed Ali'de gizlice sahnee gelir. Oscar demişken Rocky-I, 3 dalda Oscar alır: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Film Montajı.
  Sly Tüm filmlerin senaryosunu yazmış; 2,3,4 ve 5. filmlerin yönetmenliğini yapmıştır.
Peki, başarı merdivenleri kolay mı tırmanılmıştır Sly tarafından ?
Sly, ilk filmin senaryosunu yazdıktan sonra yapımcıların kapısını aşındırmaya başlar. Filmi reddedenler olduğu gibi çekmeyi kabul edenler de olmuştur; ancal Sly'ın tek bir şartı vardır, o da filmin başrölünde kendisi oynayacaktır. Dediğim gibi hayatta o yaşa kadar istediği hiçbir şeyi olduramamış Sly kendisini bu karakterle özdeşleştirmiştir. Sıfırdan zirveye çıkma hikayesidir bu zaten. Evet, bir boks/spor filmi ilk defa oscar almıştır; ancak bu filme sadece spor filmi demek yüzeysellik olur. Orada bir irade vardır, inanç vardır, düstükçe kalkan bir kalp vardır. Neyse yapım sürecine dönelim tekrar. Hatta Sly'a o yoksul zamanlarında filmin senaryosu ve hakları için 450.000 dolar teklif edilir ama kabul etmez. En sonunda Winkler-Chartoff ikilisi bunu kabul ederler ve 1 milyon dolar bütçe ayrılarak film çekilir, 1.1 milyon dolara mal olur film ve tam tamına 110 milyon dolar kazandırır  gişede. Sly aradığı şöhrete, yapımcılar da istediklerine kavuşur ve bu ölümsüz serinin devam filmleri gelir 1976'daki ilk filmin ardından 79-82-85-90 ve 2006'da. Ve 2015'te de Creed.
 
1977 Oscar Ödül Törenine Muhammed Ali'nin gelişi
 2006'daki film tam anlamıyla 30. yılında bir saygı duruşudur bu ölümsüz efsaneye. Şimdi ise Creed'in evlilik dışı bir ilişkisinden olan oğlu Adonis'i, Rocky'nin eğitmesi anlatılır. Serinin tamamını bilenler için öyle güzel ayrıntılar vardır ki. Mickey'in boks salonu, Adrian'ın mezarında oturduğu sandalyenin hala aynı yerde durması ve sadece biraz paslanmış olması gibi.
 Nasıl içimize bu kadar işlemiştir Rocky ?
 Rocky, o güçlü sol yumruğuna, bitmek bilmeyen hırsına rağmen ringlerin dışında yumuşacık bir kalbe sahiptir. Saftır, kimseyle ağız dalaşına bile girmez tartışmaz kolay kolay. Ringlerin dışında sadece 5. filmde dövüştüğünü görürüz. Onda da mecbur kalmıştır. Hele ki o ilk filmin final sahnesi Creed'den o kadar dayak yemesine rağmen ringe gelen Adrian'a, "Şapkan nerde düştü mü?" deyip kalplerimizi fethetmiştir. Adrian  demişken bu Rocky paraya kavuşup çapkın ve sorunlu birisi olabilecekken o sadece Adrian'ı sevmiş onu saçma sapan şakalarıyla mutlu etmeye çalışmıştır hep. Balboa (2006) filmindeki masum bir öpücük haricinde eline namahrem eli değmemiştir. Kalbini bu dünyada sadece Adrian'a teslim etmiştir duygusal ve içten boksörümüz.Kayınbiraderi sorunlu Pauli'ye de sırf Adrian'dan ötürü katlanmıştır sanki.
Rocky 1976 (Türkçe Dublaj) Full indir
Rocky ve Adrian
   Rakipleri Apollo Creed, Clubber Lang, İvan Drago ve Mason Dixon'a karşıda hep centilmence mücadele etmiştir.Rocky'nin 1 ve 2. filmlerde dövüştüğü 3. filmde antrenörlüğünü yapan 4. filmde Drago tarafından ringde öldürülen, 2015 yapımı Creed filmine ilham veren Apollo Creed'in İntikamını da almayı bilmiştir ayrıca.
 Rocky-IV: Rocky, Drago'dan Creed'in intikamını alırken
 Oysa zirveye çıkana kadar çok kere pes etmiştir, pes de değil çalışmamıştır bile. "Burnum hiç kırılmadı." diye ilk filmde bolca espri yaparken aslında boksa kendisini tam anlamıyla vermediğini anlarız.
 Ve sonra bir fırsattan yola çıkarak zirveye çıkışını, aşkını, dürüstlüğünü, samimiyetini izleriz Rocky'nin O çıktığı toprakları hiç terk etmemiş, Phıledelphıa'da yaşamaya devam etmiştir.                                         
 Phıledelphıa Sanat Müzesinin önü bügün halen Rocky Meydanı olarak anılmaktadır. Ve 2006 yılında ABD Kongre Kütüphanesi "Rocky" serisini korunması gereken tarihi ve estetik değer ifade eden filmlerden kabul edip bir kopyasını Ulusal Film Arşivi Müzesine kaldırmıştır.
 Adrian'a hep dediğin gibi Rock sadece ringlerde değil gönüllerde de "Başardın!!!" yer ettin kendine, çocukluk kahramanım.
http://tr.web.img1.acsta.net/r_640_600/b_1_d6d6d6/pictures/bzp/01/109061.jpg
Rocky Balboa (2006)




http://40.media.tumblr.com/86e32599c5fccb733c617f94e9ba1438/tumblr_inline_ntzzn3AEqT1r9vp9n_500.jpg
Rocky-I (1976)