26 Haziran 2012 Salı

CAHİT SITKI ve ÖLÜM DUYGUSU


       2 Ekim 1910'da Diyarbakır' da dindar ve köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.İlköğreniminin ardından orta öğrenim için İstanbul'a gönderildi. Galatasaray Lisesini bitirdi.
Mülkiye mektebini bitirdikten sonra eğitim için Fransa'ya gitti. Öğrenimi sırasında Paris Radyosunda Türkçe yayınların sunuculuğunu yaptı. 2. Dünya Savaşı çıktıktan sonra yurda döndü. Anadolu Ajansı, TMO gibi devlet kuruluşlarında çalıştı.
       1954 yılında felç geçirdi yatalak oldu. Tedavisi için Viyana'ya götürüldü.1956 yılında Viyana'da vefat etti. Ankara'da toprağa verildi.
       Şairin önemli kitapları arasında "Otuzbeş Yaş", "Ömrümde Sükut", "Düşten Güzel" ve "Ziya'ya Mektuplar" vardır.
       "Otuz Beş Yaş" şiiri ile 1946 Cumhuriyet Halk Partisi Şiir Yarışması ödülünü kazanmıştır. 

       "Otuz Beş Yaş şairi" olarak tanınan  Cahit Sıtkı bohem bir hayat sürmüştür. Hayatında mülkiye yıllarında tanıştığı alkolü kendine yakın bi arkadaş olarak görmüştür. Hatta ailesiyle tartışıp içtiği zamanlarda pansiyonda kalmıştır. İş yerinden arkadaşı Cavidan Hanımla 1951 yılında yaptığı evlilik hayatına belli bir düzen getirmiştir; ancak zaman kısalmıştır artık Cahit Sıtkı için. Eksilmesin, dediği gün  adım adım eksilmektedir, şairin penceresinden.
       Şiiri  “Kelimeler ile güzel şekiller kurma sanatıdır.” olarak tanımlayan şair yakın sembollerle iletmek istediğini hem okura aktarmış hem de imgesel anlatımıyla "sanat için sanat" ilkesine bağlı kalmıştır. Bu ilkenin diğer temsilcilerine göre oldukça açık ve anlaşılırdır şair. 
      Şiirinde içe kapanıktır, bireycidir. Sosyal sorunlarla ilgilenmez. Şiiri ders verme, propoganda yapma aracı olarak görmez. Zaten bohemdir, sorunu kendisiyledir; yalnızdır, sevgisizdir,bunun sebebinin zaman zaman çirkinliği olduğunu da düşünür. Hayatın en büyük trajedisi olan ölüm vardır yakınında derin bir boşluk ve mutsuzluk içindeedir; işte bu yüzden şair hep çocukluğuna da özlem duyar. Özlemden çok çocukluğun sorunsuzluğuna özlem duyar. şiirinin en temel izleğinde  her zaman "ölüm" vardır. En güzel, en mutlu başlayan şiirleri bile bu duyguyla sona erer. 
       Başlangıcı itibarıyla bir ilanıaşk şiiri sayılabilecek "Desem ki" de şair mutlu başladığı şiiri ölümle tamamlar.


DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,                      
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
.............
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
 
Mutluluk ölüme bağlanmaz her zaman bazen de açık bir yakarış vardır. İnsanın zaman 
ve ölüm karşısındaki acizliğini anlatır şair, dünyanın tüm kötülüklerinin kabul eder 
"her mihnet" derken ve yalvarır: 

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
 
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Ve gün eksilir şairin pencereseinden, yalvarması yakarması boşunadır artık ölümkorkunçtur, gökkubbeyi siyaha çevirecek kadar:

KORKTUĞUM ŞEY

Gün çekildi pencerelerden;
Aynalar baştan başa tenha.
Ses gelmez oldu bahçelerden;
Gök kubbesi döndü siyaha.

 ...................

Şair ölümü bir kurtarıcı olarak da görmüştür. Geldiği bu hayattan pişmandır, mutsuzdur:

ÖLÜM
Ne vefasiz geçmisten hayir var,
Ne gelecekler imdada kosar,
Çoktandir tekneyi aldi sular;
Çoktandir ümitler sende ölüm.


   Bir aşk şiirinin ölüme bağlanışı gibi vatan şiiri bile- ki dönem Anadolu dönemidir- ölümle sonlanabilir Cahit Sıtkı'da : 

 MEMLEKET İSTERİM
 
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
..............
 
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

 Memleketini düşünen bir adamdan bu seferde ölümden çocukça kaçan kendince bahaneler bulan bir adama dönüşür şair.İsyan eder, baş kaldırır ölüme. Dünyanın bütün güzelliklerini, nimetlerini hiç düşünmeden sayar ve ölümü-korkusunu- bir basitliğe indirger ve der ki :

 Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?

BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
...........................

Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?

Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.



 Hep "Otuz Beş Yaş"tadır akıllar ve "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinin "orta " kısmını alır ve bakkal hesabı yapar ve cehalet dolu biçimde şairin 70 yaşında ölmeyi hayal ettiğini düşünürüz. 
Biraz bilgi sahibi olup 46 yaşında öldüğünü öğrenirsek de kabaca bir gülücük atarız; oysa "Dante" kısmıyla hiç ilgilenmeyiz; kimdir, nedir, neyin nesidir, diye. 
  Dante'nin "İlahi Komedya"sında atıfta bulunduğu İncil'den bihaberizdir tabii.
 Oysa yaşamak acıdır, hele ki ölümü bile bile yaşamak şaire göre. Şairde bu yüzden Orhan Veli'nin 36 yaşındaki ölümüne "vakitli" diyerek atıfta bulunmakta ve gerçek düşüncesini ortaya koymaktadır.

KORKUNÇ ŞEY

Bu el titremesi kadeh tutarken
Bu yaşta nasıl koyuyor insana
Orhan gibi vaktinde gitmek varken
Değer mi oyalanmana

Rakıdan tütünden beter alışık

Olduğumuz korkunç güzel bir şey var
Tutmuş bırakmaz bizi bir sıkımlık
Canımız çıkana kadar



"Korkunç"tur, "korkulu"dur; bir bilinmeyen, belirsizlik olarak "şey"dir ölüm. Siyahtır, trajiktir ama eninde sonunda da gelecektir. Şair bunu da kabul eder baş yapıtında, şakaklarına kar yağdırır, çizgili yüzüne alışır,  mora halkalara alışır, aynaların düşmanlığına alışır; "cevher" diye bahsettiği yaşama sevincinin yitişine alışır,  havada dönüp duran  kuşları sorarak da ölümün yaklaştığını anlatmakta 
sonunda da, "Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?" diyerek ölümü kabullenmiştir.
Türk şiirinin zirvesinde yer lan bir başyapıt:


OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ
 
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı TARANCI 



Ölmek varsa günün birinde gayri,
Göz nuru, el emeği, alın teri
Yaşadığım iyi kötü günleri
Değişmem hiçbir cennet masalına. 
 


       

10 Haziran 2012 Pazar

ABDURRAHİM KARAKOÇ'A VEDA

   

      "Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkanlara, Kıtlık yıllarına rağmen hala o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, "Özlenecek neresi var ? " diyebilirler; ama ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım; zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıstım.
Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler."
  
      Böyle anlatmıştı şair "Beşinci Mevsim" kitabının arka kapağında yaşamöyküsünü.
Maraş'ta atadan dededen şair bir ailenin içinde dünyaya gelmişti şair. Yokluklar, şiirini her zaman mücadeleci yapmıştı. Hece ölçüsünü çok başarılı kullandı şiirlerinde. 
       Politik duruşu vardı; bir ara politikayı da denedi.son zamanlarda gazete köşesinde yazdığı günlük yazılarda sert eleştirilerde aldı. Koyu muhafazakar bir anlayışa sahipti; fakat sanata bakmak en doğrusu her zaman.
      Asıl hazzı ise efsane şiir, şarkı, türkü; Karac'oğlan'ın  "Elif"ine modern bir alternatif olarak "Mihriban" ile bıraktı.
      Lambada titreyen alevi üşüten, tabiblerde yarasına ilaç bulamayan, her nesnenin bir bitimi olduğunu anlatıp aşka sonsuz anlam yükledi.
    
       Ve aramızdan ayrıldı, Mihriban'ı bize bırakarak ve bu güzel vasiyeti bırakarak.

       "Memleketimizin her yeri aynı. Orası da Müslüman toprağı burası da. Onun için ben nerede ölürsem oraya defnedin demişti. 'Biz sanatçı değiliz, milletvekili değiliz, onun için arkamdan alkış vesaire istemiyorum." 



Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın,çözülmüyor mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor mihriban

Yar,deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor mihriban

Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut cizilmiyor mihriban

Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım karabahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor mihriban

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor mihriban                          
                                                                            Abdurrahim KARAKOÇ

2 Haziran 2012 Cumartesi

sessizliğe doğru

sözcükler dökülse de neye yarar ki konuşmak,
konuşsak uzunca anlatsam ki neye yarar. Sana
umutsuzca,
seni anlatsam,
seviyorum, desem; kal, desem; anlatamıyorum, desem;
inan desem.....
sıradanlığa teslim olmak üzereyken,
denesek bir yarım yamalak karanlık gibi.
Uzak ara açılsak kaçsak insanlardan,
kendi gürültümüze baksak.
Uzaklardan bir ses gelse "siz" dese
"kimsiniz, nereye?" dese
sürgünüz, desek;
kendimizden, tutsaklığımızdan, desek.
"eyvallah" dese o zaman, kırçıl sakallarıyla el sallayarak
koşup giderken soluklansak tam da bir eski ağacın altında,
ben, desem nefesim yetmeyerek; sen; sen, desen
kalsak yığılsak oraya; anlatamasak kendimizi, hayallerimizi.
Neden, niye ve nereye kaçtığımızı,
sorgulamalardan kurtulsak atsak zihnimizi gerçeklerden,
bizden başkasını düşünmeden, kimseleri düşünmeden
uzansak öylece yanyana;
ölümü hissetsek, ölümden sonraki ayrılığı da düşünmeden.
İnsanların ayırmamalarını dilesek ya da
bir taşa, bir ağaca, kazısak bunu ki
bizi bulunca anlasalar dileğimizi.
oysa şimdi yükselip de kendimize bakmadan önce son kez
uzanalım şöyle soluklanalım desem;
ama yetmese soluğumuz kalsak;
gözlerimizde kalsak
ben sende kalsam
sen kolllarımda kalsan
ağır ağır karışmaya başlasak sonsuzluğun bir yerinden birbirmize
ve
hiç ayrılmasak.....
yani biz istemeyiz de bu
bizim cennetimizde  olmayan yitik insanlar ayırmasalar bizi
neyse bırakalım da bizden sonrasını uzanalım sessizliğe;
zaten uzanmışız, susalım zaten susmuşuz
o zaman, o zaman, o zaman
hişşşşşttt sesssizlikkk
ağır, derin ve sonsuz sessizlikkkk
                                                                        "bir gece yarısı şiiri"-tan

1 Haziran 2012 Cuma

BEN SANA MECBURUM.....(KAPTANA SELAM)



BEN SANA MECBURUM 
Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 
                                                                                       Attila İLHAN