28 Nisan 2015 Salı

ZAMAN

 Şarkı da "Zaman adım adım." diyor; ama bir eksik var, bir sıfat eksikliği.  Zaman "koşar adım." Çok fena halde hızla koşar adım ilerlemekte. Hiç durmadan dört nala hem de. teknoloji çılgınca ilerliyor ama zamana bir çözüm yok. Cengiz Han tüm bilimadamlarını toplayıp "Bana ölümsüzlüğün sırrını bulun." dediğinde bu imkansızdı; tamam, kabul de şimdi de mi imkansız ? Zamana değil, yer çekimine bile karşı gelemiyoruz; yüzümüzü, göz kapaklarımızı, omurgamızı, derimizi kendine doğru yavaş yavaş çekmekte. Büyük sona hazırlamakta, alıştırmakta belki de.
 Oysa öyle miydik biz? Çocukken atlarken zıplarken inadına direnirdik sanki yer çekimine. Hep büyümek isterdik. Kocaman adam olmak-ne işe yarıyorsa- peşineydi hayallerimiz, sözlerimiz. Kılıç kuşanıp fethe mi gidecektik, atomun ayrıştırılamamış bir zerreciğini mi bulacaktık ? Okula gidip test çözüp ekmeğimizin kavgasına düşecektik sadece. İş, aş, düzen, ev, kira, kredi, taksit, fatura peşinde olacaktık halbuki. Bilseydik büyür müydük ?
 Of içimizdeki sancılara, ruhumuzdaki buhranlara gark olacaktık bir de. Oysa küçükken bir başımızın okşanmasıydı tüm dileğimiz, biraz da oyuncak. En büyük derdimiz kokulu silgimizin kokusu, pastel boyamızın sıra arkadaşımız gibi 24'lü olmaması, afili bir kalemliğimiz, naylon değil de tüylü tüylü botlarımızın olması, bayramda harçlık toplamak, bir de çikolatanın hiç bitmemesiydi. Bilemedin, en lüksü de akülü arabamız falan olmasıydı. Hayallerimiz toplasan bin lira etmezdi be!
 Şimdi çözebiliyoruz da n'oluyor ki ? Mutluluğu bulamıyoruz. Zoraki mutlu olma hallerine giriyoruz. Deniz kenarına gidiyoruz ya da ormana bir pikniğe. Fotoğraflar atıp sosyal medyaya "#oh miss, #doğa, #huzur, #mutluluk" yazıp yapmacık yapmacık gülüyoruz. Biliyoruz oysa denizin mavisinin de ormanın yeşilinin de bizi mutlu edemediğini. Çözümsüz, çaresiz ve tarifsiz acılar yaşıyoruz. Dertlerimiz varsa dert eklemeye de bayılıyoruz. Bir rakı kadehiyle-hele bir de denize nazırsa- şerefe deyip hayata umrumuzda değilsin mesajı veriyoruz. Lakin yanı başımızda duran akıllı telefonumuzdan da sürekli haberleri, gündemi takip ediyor; olmadı borsayla, dolarla takılıyoruz. Zehir! gibi aklımızla hepimiz birer yatırım dahisi oluyoruz. Aklımız taşıyor ve aşıyor bizi etrafımızdakilere tavsiyeler, akıllar veriyoruz. İnternet şubemizden para hareketlerimizi kontrol ediyoruz. Arkadaşlarla, dostlarla birarada olmanın keyfini bir yana bırakıveriyoruz; ama sorsan über mutluluklar içindeyiz. Marka giyiyoruz, marka yiyoruz, seçkinliğin dibine vuruyoruz. Maddiyatın dibine vuruyoruz. aklımızı yitirecek kadar hem de. Bayramda Milano biletinin fotoğrafını atıveriyoruz sosyal medyaya. Sonra da utanmadan "Nerde o eski bayramlar?" diyebiliyoruz. Mutlu olamıyoruz söz birliği etmişcesine.
 Sonra yıllar geçiyor, çocukluğa özlem duyuyoruz. Saflığından, temizliğinden, masumiyetinden dem vuruyoruz. Mahalledeki Leyla teyzemizin, Mehmet amcamızın içtenliğinden bahsediyoruz. Stüdyo tipi ya da ultra+1 evimizde komşuluk ilişkilerinin bitişinden yakınıyoruz.
 Çocukluğa özlem aslında en büyük sorunlardan biri sayılmalı insan ruhunda.
 Ne çocukluk mükemmeldi ne de Leyla teyze ile Mehmet amca o kadar iyiydi. Sen kötüsün kardeşim. Çağın kötü yaşadıkların kötü. Sen de buna ayak uydurma da hiç geri kalmıyorsun. Bir çiçeği koklamıyorsun, takvimlerdeki basit manzara resimlerine bile bakmıyorsun. Bir kitap da eski bir Türk filminde göz yaşı dökmüyorsun.
 Koşar adımsın zaman gibi...
 Güzel zamanlara, kendimizin farkında olup sevdiklerimizi üzmeden, yitirmeden.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Müjganlar İçimizde ki

Ne Müjganlar gitti içimizden, ardına bakmadan. Hüsnü'nün Müjgan'ı "dört defa lacivertse" bizim sevdiğimizin-Müjganı'mızın- gözleri de kahveyse dört defa kahve, siyahsa dört defa siyahtı. Bizde dünyamızı şaşırdık, evleniriz sandık, haddimizi bilemedik.Evimiz, yuvamız olur, ışığı yanar sandık. Sandık da ne sandık hem de. Yanıldık da ne yanıldık. Müjgan'ın mahalleden ayrılırken Hüsnü'nün en acıklı bakışından, "Etme Müjgan öldürme bizi, bak yüzüklerimiz bile hazır." deyip hıçkıra hıçkıra ağlayışı gibi ağladık biz de. Amma bilemezdik ki biz öyle rol kesmeleri Sadri Usta gibi. Acımız içimizdendi, en derinden, taa derinden; maalesef ki en gerçeğinden.
Son ana kadar mücadele vardı, umut vardı; ama olmadı kaybettik biz severken. Son sahnem vardır ki benim de aklımda eğer ki çekersem ben de bi film "Ah Müjgan Ah" gibi yıllar sonra bile içini dağlardı insanın. Anlatayım kısaca:
 Gitme, dedim hala giderken bile. Halbuki çoktan eşyalarını toplamıştı bile evden. Laf olsun torba dolsun diye gelmişti. Gidiyordu gözümün nuru; uykum, ışığım, aydınlığım, simsiyahım. Öğle üzeriydi. Saat tam birdi. Bir bahar günüydü. Aydınlıktı, bulut yoktu gökyüzünde. İçimde ne bahar vardı ne de aydınlık. Ardına bile bakmadı, Çöktüm dizlerimin üstüne, sonra yığıldım, düştüm. Numaradan değil, dermanım kalmamıştı ağlamaktan. Kapıdan çıkıyordu, bense ölüyordum sanki. [Başım yana eğik yerde yattığım için bu sinematografik açıdan başarılı sahneyi yana yatık izliyordum. Filmde de aynısını kullanacağım:) Dramsa tam dram. Realizmse tam realizm:) ]
 Gitti işte öyle...Bir çocuk masumiyetiyle bakarken ben birden kayboldu. Müjgan geri döndü; biz dönmeyiz, dönemeyiz. Ha paraya ha başka nedenlere bağlı olsun, gidiş gidiştir işte. Ne Müjgan olmaya ne Hüsnü gibi sevmeye mecalim var.
Yorgunum.

21 Nisan 2015 Salı

SİYAH

Perdeler çektim simsiyah, 
Odama gün ışıkları sızmasın diye.
Simsiyahlar giydim: 
İçim,dışım;
Kitapların içi dolusu, başucu resimlerimle bir.
Parfümün kokusu, akan su,
Saatler, düşünceler, bakışlar...

Ah!  nasıl bu karanlık içine çeker insanı.
Her yanda vurur, sessizliğin siyahı.
Duyamam, bakamam, yürüyemem yollarda,
Rol yapamam insanlara; ben iyiyimcesine.

Milyon kere Ümit etmiş, Ayten'i görmüş.
Ördek olmuş yüzmüş Elif, kara oğlanın hayallerinde.
Ben siyah gördüm: 
Ördeği de Ayten'i de Elif'i de Ümit'i de

Çağım gibiyim, siyah, simsıyah

ANADOLU

...
Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile, diş ile,
   Umut ile, sevda ile, düş ile
   Dayan rüsva etme beni.
...
                            Ahmet ARİF

20 Nisan 2015 Pazartesi

SUSMAK KAÇMAKTIR

 Susmak...Kaçışların en büyüğü. Kendimizden, aklımızdan, fikrimizden, duygularımızdan ve sistemden kaçıştır; susmak. Her daim anlayışımızı, kavrayışımızı, doğayla ve maddeyle olan ilişkimizi anlatabilecek sanatı duyumsayabilecek kadar zekaya ulaştığımızda susmalıyız işte. Çünkü o zaman başlar; dünyanın anlamsızlığı, insanların kendisinin değil de fikirlerinin basitliği, sosyo-ekonomik yapının kişinin ruhunu daraltması, ilişkilerin sıradanlığı, insanların düşün dünyasının alt düzeyde seyri koparır insanı ve kaçışın en büyüğü başlar. Kaçarken ardına bakmaz insan. Koşarak kaçar, insanlar şaşırır. Hasta olup olmadığınızı sorarlar. Yok, dersin; iyiyim, dersin. Anlam veremez insanlar tavırlarınıza. Gitgide uzaklaşılır, insanlardan. İnsanlar da delirdiğinize bile kanaat getirebilirler.
 Aslında kendini gerçekleştirip kısmen de var oluşunu sorgulamıştır ve tanımasa da nispeten varoluşçuluğu yaşamaya başlamıştır. Hayatın basit ve aleladeliliği içerisinde gündelik kaygılardan sıyrılmaya başlamıştır kişi.
 Nelere kaçar insan, nerelere kaçar peki ?
 Doğaya kaçar. Özellikle deniz kenarında mutlu olduğunu hisseder ya da bir dağ kulübesinde yaşamak ister her şeyden uzakta.
 Hayvanlara kaçar. Bir evcil hayvan edinip insanların hak etmediğini düşündüğü sevgisini hayvana verir. Ve yine insanlarda bulamadığı sadakati de hayvanlarda bulur: kedide, kuşta, köpekte, vb.
 Kitaplara kaçar ki kaçışın başlangıç noktasında da kitaplar olmalıdır; yoksa kaçış gerçek bir anlam taşımaz, inandırıcılığı ve samimiyeti olmaz. Pop kitaplar da olmaz; insan ruhunu yücelten ve derinleştiren kitaplar olmalı: Suç ve Ceza, 1984, vb.
 Filmlere kaçar ancak benim de severek izlediğim Marvel filmleriyle olmaz: V ile Şarlo ile Sergey Eısensteın ile olmalı.
 Resme, heykele, bir hobiye kaçışla olabilir, model uçak hobisiyle de olabilir.
 Kaçmanın en temelinde anlaşamama değil; kendini aşma vardır. Aşma neticesinde yaşanan toplumdan uzaklaşma durumunda da Türkiye'de yaklaşık 200 yıldan bu yana yaklaşan aydın-toplum çatışması meydana gelir. İnsanlar, sizin onlara tepeden bakan kibirli bir insan olduğunuzu düşünürler; lakin haksız da sayılmazlar, tespitlerinden birisi doğrudur: tepeden bakma...
 Tepeden topluma bakar adeta röntgenini çekersiniz; bazen üzülür, bazen burun kıvırırsınız. İşte bunların tamamı aydın-toplum çatışmasıdır artık.

19 Nisan 2015 Pazar

ŞARLO'DAN

Charlie CHAPLIN'in 1940 yapımı, Hitler'i eleştirdiği "Büyük Diktatör" filminden, tüm insanlığa seslendiği o muazzam konuşması: 



18 Nisan 2015 Cumartesi

Yorgun gecelerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Solmuş insanların yüzünde
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerin hep sessiz, derinden
Ama yalanlar görüyorum hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya
Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık.

Erken ölümlerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Borcum varmış gibi kendimden
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerin hep sessiz, derinden
Ama yalanlar görürüm hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya

Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık

Edebiyat yasaklansa ne değişir?

“Kültür ve sanatta bize ‘en iyi’ diye sunulanlar esasında sadece seçim sürecini tekelinde bulunduran güçlerin bize uzattığı menüdeki tercihlerle sınırlıdır.” Umberto Eco

Yarın Türkiye’de fırıncılar çalışmasa milyonlarca insan aç kalırdı. Yarın otobüs sürücüleri grev yapsa on binlerce insan gitmek istedikleri yerlere gidemezdi. Yarın sağlık çalışanları işlerini bıraksa, yüz binlerce insan sağlık hizmeti alamaz, ciddi hastalığı olan hastaların yaşamı tehlikeye girerdi. Bütün bu aksaklıklar “hemen” olurdu.

Peki yarın edebiyat yasaklansa ne değişir? Artık roman, öykü ya da şiir yazılmasa bugünden yarına ne kaybederiz?
Yanıt bellidir: Gözle görünür bir kaybımız olmaz. Edebiyat yasaklandığında ne aç kalırız, ne de buna benzer bir mağduriyetimiz olur. Çoğu insanın yaşamında edebiyat zaten yoktur, hiç olmamıştır. Edebiyatın yasaklanması, Türkiye’deki birçok insan için “Yeni Zelanda ormanlarında piknik yapmanın yasaklanması” kadar anlamlıdır.

HOŞLANDIM, O HALDE İYİDİR!
Bir diğer insan grubu ise edebiyat diye “pop edebiyat” olarak isimlendirilebilecek kitapları bilir. Yılda okunan üç-beş kitap Dan Brown, Adam Fawer, Grinin Elli Tonu gibi çok satanlar ya da kişisel gelişim türü kitaplardır. Bu okur tipi yaşamında hemen hiçbir edebi eser okumamıştır. Bu gruptaki okur için kitapları değerlendirme ölçütü “hoşlanma” ya da “hoşlanmama”dan ibarettir. Bir roman kolay okunuyor veya sürükleyici ise “iyi”dir.
Hiç kitap okumayan ilk gruptan esasta bir farkları yoktur; sadece edebiyatla ilgilendiklerini, roman okuduklarını zannederler. Estetik bilincin şekillenmesi bakımından edebiyatın yasaklanmasının bu iki insan grubu üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır.

SANAT GEREKLİ MİDİR?
Sanatın insan üzerindeki etkileri bugünden yarına, günler ya da aylar içinde ortaya çıkmaz. Sanat, insanın kavrayışını, dünyayla olan temasını, nesnel gerçeklikle olan ilişkisini şekillendirir. İnsan nesnel gerçekliği doğrudan algılayamaz. İnsanla nesnel gerçeklik arasında binlerce dolayım vardır. Sanat işte bu ilişkiyi etkileyen çok etkin bir araçtır.
Bir roman, bugünden yarına insanın hiçbir şeyini değiştirmese de uzun vadede insana karışır ve dünyayı algılamasını açıkça şekillendirir. İnsan duyarlılığını yontmakta, ruhunu şekillendirmekte sanat ve edebiyattan daha etkili bir yöntem yoktur.
1970’lerde çoğu vahşice öldürülen o kuşağın gösterdiği toplumsal duyarlılıkta büyük bir pay edebiyata aittir. Sosyalizm ile ilgili hemen hemen hiçbir kitabın çevrilmediği, çevrilenlerin yasak olduğu bir dönemde İstanbul’dan, Ankara’dan kalkıp Hakkari’ye köprü yapmaya, Varto’da depremde ev yapmaya hangi itkilerle gittiler? Bunun kaynağı azımsanmayacak derecede edebiyattı; bu insani duyarlılığa politikadan çok edebiyat aracılığıyla ulaşmışlardı. Hiçbir siyasal kitap, hiçbir slogan, hiçbir ajitasyon bir insana bu kadar büyük fedakarlıkları yaptıramaz. Bu olanaksızdır.

SANAT NE İŞE YARAR?
İnsan bir kültür varlığıdır. Estetik bilinci, insanın doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir; edinmek için uğraşması, emek harcaması gerekir.
Sanat, insanın estetik bilincini şekillendirir. Boyun eğmek ya da isyan etmek; işte bütün bunlar estetik bilincin ürünleridir. Bütün bunlar, insanın nesneyle kurduğu ilişkiyi şekillendirme kavgasıdır. Toplumun estetik bilincini şekillendirmek için amansız bir kavga vardır. İşte bu nedenle topluma, bütün insani duyarlılıkları törpüleyen, yok eden bir sanat anlayışı pompalanmaktadır.

SERMAYENİN KÜLTÜRE İLGİSİ
Neden bankalar, büyük holdingler, para yatıracakları çok daha karlı alanlar varken ve büyük olasılıkla zarar ettikleri halde yayınevleri kurar, sergiler açar, ödüller dağıtır? Çok hayırsever olduklarından mı? Kültür endüstrisinin aygıtları topluma neden hep aynı tip sanat anlayışını pompalar? Egemen ideoloji, galerilerde ne göreceğinizle, sinema salonlarında ne izleyeceğinizle, odanızda ne okuyacağınızla neden bu kadar ilgilidir?
Dünyaya nasıl baktığınız onları doğrudan ilgilendirir çünkü. Gördükleriniz, izledikleriniz, okuduklarınız size boyun eğdirecek ya da sizi isyan ettirecektir. Ne dersiniz? Bu kadar ilgilenmekte haksızlar mı?

Taylan Kara
 
(http://www.aydinlikgazete.com/kultursanat/edebiyat-yasaklansa-ne-degisir-h67627.html)

16 Nisan 2015 Perşembe

YAZABİLMEK

  Yazmayı bilmek için okumalı insan. Biriktirmeli, biriktirmeli ve öyle yazmalı. Birikim; zaman zaman yılları alır, zaman zaman ise azalır, tükenir, yeniden biriktirmek gerekir. Yine Samuel Jackson'ın, "Bir kitap yazmak için yarım kütüphane okuyunuz." sözünü duruma uyarlayıp bir blog yazmak için en az çeyrek kütüphane okuyunuz, derim bende, Nam-ı diğer "Yolunda Gitmeyen Adam" olarak. Bir çeyrek kütüphane okumuşumdur herhalde de yazmaya yeter mi yetmez mi bilmiyorum. Üç yıldır sürdürdüğüm yazma eylemimde, aman aman kimse beni tanısın diye uğraşmadım, günlük kaç tık aldım peşinde koşmadım; ara sıra baktım, yalan değil. Sosyal medya hesaplarımda yazılarımı paylaşıp  "entelim ben entel" mesajı verme kaygısı duymadım. Ha, bunları yapanları da kınamıyorum, eleştirmiyorum. Söylemek istediğim yazma eylemimin  bireyci ve biraz da kendi iç dünyamla ilişkili. Yani yazmak istersem yazıyorum istemezsem yazmıyorum. Üşenirsem mutlaka yazmalıyım, dediğim bir konuyu da yazmadığım oluyor. Ki en az 30-40 konu atlamışımdır üşenip. İşte son 3-4 aydır yazma eylemimin biriktirme dönemindeydim; yazmadım, yazmak istemedim belki de. Okudum bolca. Kitaplarla, dergilerle haşır neşir oldum bolca. Üç yıldır emek verdiğim bu sayfamı da sanal alemin geri dönüş kutusuna atmak istemedim. Bundan sonra sık sık yazarak yine sayfamda kendimce güzel, dişe dokunur yazılar paylaşmaya devam ederim.
 Benden gelsin bu akşama: